Ömrünü Türk edebiyatına adayan Prof. Dr. Saim Sakaoğlu, Türk edebiyatına eserler kazandırmaya devam ediyor. Sakaoğlu, "Son nefesime kadar Türk edebiyatına hizmet etmeye devam edeceğim" dedi.
**Hocam, öncelikle sizi tanıyabilir miyiz?
28 Şubat 1939 tarihinde doğmuşum, ama bu tarih nüfus kayıtlarına 20 Mart 1939 olarak geçmiş. Doğum yerim ise, Konya’nın, o yıllarda Fahrünnisa Mahallesi olarak bilinen, günümüzde ise bir kısmı Çaybaşı Mahallesi olan tarihî bir mekândır. Hâkimiyeti Milliye İlkokulu’ndan 1951, Konya Lisesi’nin orta (1955) ve lise kısımlarından (1959)diploma aldım. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden (1965) ve Çapa Yüksek Öğretmen Okulu’ndan (1964) mezun oldum.. İlk görev yerim Tokat Gaziosmanpaşa Lisesi’dir (1965-1967). Atatürk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde asistan (1967-1971, asistan doktor (1971-1977) ve doçent doktor olarak (1977-1988) görev yaptıktan sonra 1988 yılında Konya Selçuk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne profesör olarak atandım. Üniversiteme bağlı Eğitim Fakültesi’nin iki dönem (1988-1994) dekanlığını yürüttüm. 1989 yılında, kuruluşu tamamlanamayan, Türk Halk Kültürü Uygulama ve Araştırma Merkezi’ni hayata geçirdim ve emekli oluncaya kadar başkanlığını üstlendim Kitaplarım, makalelerim ve bildirilerim İngilizce, Almanca, Fransızca, Makedonca ve Japonca olarak yayımlanmıştır. Basılı 66 kitabım vardır. Birkaç kitabım ise basıma hazır olup basılı çalışmalarımın 2.000’in üzerindedir. Eserlerimden seçilen bazı örnek metinler de ilköğretim Türkçe ve lise edebiyat ders kitaplarına alınmıştır. Türk Halk Edebiyatı emekli öğretim görevlisi Yurdanur (Gülel) Hanım ile evliyim. Halk sağlığı uzmanı olan Dr. Selcen (Manavgat) ve İngiliz Dili bilim uzmanı olan Seren Sakaoğlu adlarında iki kızımız vardır. Tek torunumuz Güven küçük kızındandır.
RAMAZAN SAKİNLİKTİR
**Hocam, Ramazan ayı sizin için ne ifade ediyor?
-Ramazan benim için hayatımın dönemlerine göre çeşitli anlamlar ifade etmektedir. Ben özellikle Konya’nın, o yıllara göre oldukça kenar mahallesi olarak kabul edilen bir bölgesinde bir çocuk olarak hissettiklerimi anlatmalıyım.20 yaşımdan itibaren Konya’mızdan 21 yıl ayrı kaldığım için o dönemlerle ilgili olarak söyleyeceklerimin olması düşünülemez. 1946 yılının Eylül ayında Hâkimiyeti Milliye İlkokulu’na başladığımda mahallemizde elektrik yok idi. Gaz lambaları, küçük idare lambaları vardı. Gemici feneri denilen aydınlatma aletini ise çok sonraları tanıyacaktık. Elektriğimiz ertesi yıl bağlanmıştı. Böyle ortamlarda Ramazan günleri elbette farklı olacaktı. Acaba okula başladığımın Ramazan’ı hangi ayın hangi gününe rastlıyordu? Bilim dilinde genel ağ olarak dile getirilen internete girip uygun bir soru yöneltirseniz aradığınız yıl ile ilgili pek çok bilgi veriverecektir. Bende, 1946 yılının Ramazan’ı yazarak ilgili sayfaya ulaştım. Oradan aldığım bazı bilgileri sizlerle paylaşmak istiyorum.1946 yılının Ramazan ayı 30 Temmuz 1946 Salı günü başlamış. Aynı yılın 29 Ağustosu Çarşamba günü ise bayramımızı kutlamışız. Bu bilgilerin ışığında şöyle söyleyeceğiz: Artık 21 Haziran’ı geride bırakalı bir aydan fazla olmuş ve en uzun gecelerden yavaş yavaş uzaklaşmaktayız. Ancak buna karşılık hava sıcaklığı gittikçe artmakta… İşte böylesi takvim olaylarını yaşadığımız dönemde Ramazan’ın nasıl olduğunu daha yakından anlamaya başlayacaktık. Kısa yaz gecelerinde sahura kalkan ev halkımız bizi önceleri uyandırmazlardı, Ancak, sonradan öğreneceğim bir kelime ile dile getirmek istersek evdeki bazı casuslar biz çocukları büyüklerimize belli etmeden uyandırırlardı. Sanki biz uykuyu bölmüşüz gibi sahur sofrasına kendimizi davet ettirirdik. Bu casusluk faaliyetleri özellikle bizim sevdiğimiz yemeklerin olduğu gecelere rastlardı. Çocukluk mu diyeceksiniz, yoksa aile içi sevgi dayanışması mı, karar sizin. Kaldı ki o güzelim sahur yemeğinden sonra oruca duracağız. Kolay mı o günlerin uzun mu oruç sürelerine dayanmak. Merak ettim, 1946 yılının ilk ve son sahur ve iftar saatlerini araştırdım. Ancak elimdeki kaynak Ankara için bilgi veriyordu. İşte 1946 yılının ilk orucunun süresi: İmsak-İftar saatleri: 03.55-20.12; Orucumuzun son günü (arife) ise şöyle gösteriliyordu: 04.36-19.35… Buna göre 16 saat 17 dakika süren ilk günün orucu arife günü 14 saat59 dakika sürüyordu. Demek ki oruç süresi ilk ve son orucun arasında bir saat 18 dakika kısalıyordu. O yıllarla ilgili tekne orucu, bir günde iki oruç tutmak gibi çocuksu olayları pek çoklarımız da yaşamışlardı. Çocuklar için oruç tutmaktan daha çok ev işlerini daha farklı şekillerde yerine getirmek ön planda olurdu.
“YAZ AYLARINDA İFTARA BEYAZ DUT TOPLARDIM”
**Konya’da eski Ramazanlar nasıldı?
-Ramazan, ev kadınları için fazladan iş yapmak, ev erkekleri için ise masraf kapısı idi. Akrabalar arasındaki iftar davetleri bazen bir sofra gösterisi veya yemek zenginliği şeklini alırdı. Karşılıklı ziyafetlerde bazı yemeklerin aynı olmamasına dikkat edilirdi. O yıllarda gazete, dergi ve televizyonlarda ne yemek sayfaları ne de yemek tarifleriyle ilgili programlar vardı; hiç biri yoktu. Onun için hanımlar daraltılmış bir sahada marifetlerini gösterirlerdi Büyük dayımın devlet memuru olan küçük kayınbiraderinin bir iftarında ilk defa vişneli tatlı yediğimi hatırlıyorum. Bu yemeğin başka bir özelliği ise benim ilk defa bir masada yemek yememdir. Sofraların zenginliğinde davet edilen büyüklerin sevdikleri yemeklerin özel bir yeri olurdu. Sizin Ramazan ayında unutamadığınız bir hatıranız var mı? O kadar çok ki… Birkaçına kısa kısa dokunacağım. Biz çocuklar Ramazan boyunca birkaç defa yemek uzmanı olurduk. Oruçlu büyüklerimiz pişirmekte oldukları yemeğin tuzu veya pişip pişmediği gibi konularda bizi görevlendirirlerdi. Hep yaz aylarında oruçlu olduğumuzdan akşam sofrası için beyaz dut toplamak bizim görevimizdi. Küçük bir sepetin bir dala takılmasıyla dut toplama işi başlardı. Ulaşamadığımız yerlerdeki dutları ise, aşağıya tutulan bir bezin üzerine dalları sallayarak indirmeye çalışırdık. Artık oruç tutacak yaşa gelince en önemli işimiz evimizin arkasındaki geniş bağ ve bahçeden toplayacağımız meyveleri buz dolabı (!) yoluyla soğutmaktı. Bir helkenin içinde konulan meyvelerin tulumba suyunun altında soğutulması bizim için adını yıllarca sonra öğreneceğimiz buzdolabı oluyordu. Teravih namazının kılınması için biz küçük yaramazlar yerimizde duramazdık. Birbirimizin elbisesinden çekiştirir, sağımızda veya solumuzda namaz kılan amcaları da rahatsız ederdik. Onlar da bizleri tuttukları gibi camiin dışında, bahçeye serilen namazlıklara gönderirlerdi. O zaman mescit statüsünde olan camimizin imamı babam rahmetli Hattat Hafız Mehmet Sakaoğlu idi. O vakit namazını normal bir tempoda kıldırırken teravih namazında tempoyu biraz artırır ve genelde kısa ayetleri seçerdi. Biz çocuklar da hangi gecenin teravihi daha kısa sürede eda a-edildi diye iddialara girerdik.
“RAMAZAN GELENEKLERİ DE İNSANOĞLU ELİYLE, DİLİYLE VE DÜŞÜNCESİYLE YIKILMASA BİLE DEĞİŞİYOR”
**Ramazan gelenekleri size göre yeni nesle tam olarak aktarılabildik mi?
-Bu sorunun cevabını hem evet hem de hayır diyerek vermek isterim. Bizim anlatmaya çalıştığımız Ramazan ile günümüzün Ramazan’ının arasında 70-75 yıl geçmiştir. Bu süre üç kuşak demektir. Acaba ülkemizde üç kuşak sonra asıl şeklini koruyabilen neler kalmıştır? Hele bir kıyafetlerimizden, erkekler için tıraşlarımızdan yola çıkarak karar veriniz. Konya’mızda 75 yıldan beri ayakta kalabilen kaç firma, şirket veya kuruluş vardır Ben yapıldığını şahit olduğum modern binaların yeniden yapılmaları ile ilgili olarak yıkıldığını göre sonuç almak istiyorum. Kılıçarslan Alanı’ndaki Adalet Sarayı’nın ne zaman yapıldığını ve yıkıldığını hatırlayanınız elbette vardır. Vardır da ya muhteşem belediye binamızın yapılış ve yıkılışını…Ulvi bir hatıra olan Konya Lisesi’nin Şükrü Doruk Reviri’nin yıkılıp yerine yapılan beş katlı binanın da yıkılması her hâlde katmerli yıkım olarak düşünülmelidir. Ya Gazeros’un tarlasından veledroma geçtikten sonra yapılan tahta tribünlü Atatürk Stadyumu? O hâlde Ramazan gelenekleri de insan oğlu eliyle, diliyle ve düşüncesiyle yıkılmasa bile değişiyor. Yukarıda 1946 yılından söz etmiştim. Ya yılları benim gibi yaşayıp da günümüzde bazen hayıflanan bazen sevinen kuşaklara neler söyleyeceğiz? Ramazan’ı bir israf ayı olarak değil bir nefis terbiyesi ayı olarak algılamayı öğretmek gençlere verilebilecek eniyi iftarlıktır. Nice sofralarda bırakılan yarım tabakların nerelerde değerlendirildiğini bilmiyorum ama artık günümüz ölçülü yeme ve ölçülü yaşama dönemi olmalıdır. Ülkelerin bazılarında şişmanlığın tip dilindeki adı olan obezite oranının her yıl daha da yükseldiğini, ama dünyanın pek çok yerinde de çocukların açlıktan öldüğünü unutmamamız. Gerekir. Bu bilinci çocuklarımıza aşılamak zorundayız.
RAMAZAN KAVRAMININ İÇİNİN DOLDURULMASI ÖNEMLİDİR
**Son olarak neler eklemek istersiniz?
-Benim kuşağım, tekne orucuyla büyüyen kaçıncı kuşak, elbette bilemeyeceğim ama çocukları oruca alıştırırken büyükler eğiticilik yönlerini dikkate almalıdırlar. Onları aç bırakarak değil bazı güzellikleri onlarla paylaşarak oruca alıştırmalıyız. Batılıların Ramadan diye aldıkları bu anlamlı kavramın içinin doldurulması elbette son derece yerindedir. Ancak unutulmasın, dinimizde ısrar yoktur. Günde birkaç öğün ilaç alması gereken her yaştan insanımıza hoşgörü ile yaklaşmalıyız. Özellikle sağlık sorunları olan yaşlılarımızı da bu açıdan değerlendirmemiz gerekeceği görüşündeyiz. Dinimizin emirlerinin de bu yolda olduğunu unutmamak gerekir.
RÖPORTAJ - SAİT ÇELİK