“Kuru kuru gadanı alam, takır takır yoluna ölem”
Maraş Sözü
Su gibi akan zamanın içinde insanlar ya kayaya vurup sağa sola sıçrıyor ya köpük gibi yüzeyde belli belirsiz yüzüyor ya da derinden derine akıp gidiyor. Geride hızla geçen zaman… İleride gelmesi mümkün değilmiş gibi bizi bekleyen akıbet… Böylece ânın içinde kayboluyor insan. Mazî su misali, atî akıp giden suyun güzergâhı.
Adım Rıfat… Vatani görevime gitmeden evvel Gül Hanım’ı Allah bana nasip etti. Zevcemden de Selman ismini verdiğim bir evladım oldu.
Bizim ailecek imtihanımız biraz farklıydı. Yaşadıklarımızı yakın çevremizdeki insanlar bilse de aslında derinlerde daha büyük imtihanlar yaşandı, daha büyük çileler çekildi, daha büyük fedakârlıklar yapıldı. Bu meşakkatli hayatın merkezinde baldızım Safiye Hanım vardı.
Safiye Hanım bu dünyada yaşanacak birçok zorluğu yaşadı, birçok çileyi omuzladı. Dışlanma, engellenme, soruşturma, evlat acısı, ana-babasının boşanması, kardeş acısı, apandisit ameliyatı, bel fıtığı rahatsızlığı, 17 Ağustos depreminde yakınlarını kaybetmesi…
Maraş’ın kızı Safiye zeki bir çocuktu, okulun başarılı öğrencilerindendi. Derslerini yüksek puanlarla geçtiğinden, hocaların dikkatini çekmişti. Sağ-sol olaylarının yaşandığı, ihtilale birkaç senenin kaldığı zamanda lise öğrencisi olan Safiye, çok başarılı olduğu tarih dersinde öğretmeni tarafından dışlandığını fark etti. Artık eskisi gibi davranmıyordu Tarih öğretmeni. Safiye, öğretmeninin neden böyle davrandığını düşünürken sonunda sebebi anlamıştı. Öğretmeni çalışkan öğrencisini okulun dışında başörtülü şekilde görmüştü.
Safiye’nin yaşadığı bu dışlanma 80 ihtilali sonrası yaşayacaklarının bir habercisi gibiydi. Yaşananlar, yaşanacakları haber veren delillerdir. Zamanı okuyabilmek, yaşananlardan sinelerde gizlenen niyetleri görebilmek, şahsi küstahlıkların arkasında derin yapıların planı olduğunu hissedebilmek… Budur İslam’ın oku emri! Okur-yazar oranı, kitap-dergi satış rakamı, gazete tiraj sayısı gibi sığ sahalara indirilmemeli bu ilahi emir.
Başarılı okul hayatının ardından Safiye’nin üniversite için yolu Ankara’ya düştü. Okuyacağı okul Hacettepe Tıp Fakültesi.
Yeni şehir, yeni okul, yeni ev ve en önemlisi yeni arkadaşlar. Safiye’nin yaşadığı öğrenci evinde samimi bir arkadaşı olmuş. Onunla yediği-içtiği ayrı gitmiyormuş. Kaldıkları evde yemek nöbetini bile beraber tutuyorlarmış. Konyalı bu dostu Diş Hekimliği bölümünde okuyan Sakine Hanım imiş. Öğrenci evinin kıt imkânları, dışarıda yaşanan ihtilal öncesi olaylar, sık sık kapanan okullar… Böyle zorlu şartlarda okullar devam ederken, takvimler 12 Eylül 1980 tarihini göstermiş. Bitmek bilmez zorluklar, birbirini kovalayan sınavlar, dert üstüne binen dertler… Gencecik Safiye’nin sırtına binecek ihtiyarlamış cehaletler, birbirini kovalayan dertler…
İhtilal sonrası yasaklar başlamış, başörtüsü problemi gün yüzüne çıkmış. Tıp Fakültesini yarılayan Safiye’ye soruşturma açılmış, yapılan savunmalar amacı belli tavra karşı sadece prosedür olarak kalmış. Ne anlatsa nafile ne dese boş…
Safiye mağdur olacağını biliyormuş. Mağduriyeti göğüsleyeceği bu süreçte yakın çevresinden destek bekliyormuş. Zor zamanda bir dost, bir teselli, bir yardım eli… Tabii hayaller yıkılmış. Zaten hayaller hep yıkılmak içindir. Özellikle camdan narin, sudan temiz berrak hayaller için… “Senin günahını ben çekerim” diye aşırı fedakâr insanlardan ziyade sakallı dindar babasının modaya uyup “aç kızım başını” demesi Safiye’nin dünyasını yıkmış. Safiye’nin güvendiği dağlara kar yağmış, en güçlü kalesi düşmüş, burçlardan sancağı inmiş, yeni bir cephe daha açılmış. Herkes destek olsa bile bu saatten sonra okunmazmış burada. Herkesin huyu değişmiş; asistanlardan hademelere kadar insanlar asli görevini unutmuş, hepsi fedai haline bürünmüş.
Safiye’nin okul hayatı disiplin soruşturması sonrası bitince nasipleri kapıyı çalmaya başlamış. Konyalı Doktor Savaş Bey ailesiyle birlikte kıza talip olmaya geldiğinde Safiye, dostu Sakine’ye “Konya’ya gelin olmak nasıl?” diye sormuş. Bilmediği coğrafya, bilmediği kültür, aslı astarı olmayan söylentiler… Gencecik kız… O da haklı… Sakine’nin de muzipliği tutmuş, başlamış anlatmaya: “Bir defa sabah erkenden ezanlar okunurken kalkacaksın. Kayınpederinin önüne leğen getirip abdest suyunu ibrikle dökeceksin. Hemen koşup peşkiri getireceksin. Tekrar koşup seccadeyi sereceksin. Aynı işlemleri bir kere de kayınvaliden için tekrarlayacaksın. Ardından avluyu çalı süpürgesiyle süpürüp toz kalkmasın diye hafifçe su epeleyeceksin. Duvarları beyaz kireçle cilalayacaksın. Hamur yoğuracaksın, bezeleri tutacaksın, tandırı yakıp ekmekleri pişireceksin. Ayrıca tandırın ateşi boşa gitmesin diye içine bir tencere kuru fasulye koyacaksın. Iğıl ığıl pişecek. Bu tarz pişirmeyi öğreneceksin. Öyle harıl harıl ateşte tatsız tuzsuz yemeği Konyalılar sevmez. Bunlar sana zor gibi gelse de alışmak zorundasın…” Sakine gülerek anlatmış, Safiye gözleri açık şekilde dinlemişse de anlamış korkutulduğunu. Eğer Safiye düşünmese niye sorsun Konyalıyı.
İleride bacanağım olacak Savaş Bey’e Safiye Hanım nasip olmuş ve yuvalarını muayenehanelerinin olduğu Konya’nın Kulu ilçesinde kurmuşlar. Kulu’da şartlar iyi değilmiş. Ev ısınmıyor, sular donuyor… Taze bebeğin olduğu evde şartlar zor olduğu zaman Safiye, çocuğuyla beraber Konya’ya kayınvalidesinin yanına gidiyormuş.
Gözünden sakındığı, sıhhatli büyümesi için her türlü fedakârlığı yaptığı evladının acısını yaşamış Safiye. Evladı sokakta oynarken yoldan geçen arabanın fren sesini duymuş. İçine bir şey doğmuşçasına pencereye koşmuş. Arabanın önünde cansız şekilde sırt üstü yatan ilk göz ağrısı Abit Selman’ı görmüş. Yaşadığı zorlukların üzerine bir de evlat acısı eklenmiş.
Safiye’nin kardeşi, daha sonra benim de kayınvalidem olacak olan Hatice Hanım’ın kızı Gül’e talip oldum. Mesleğimden dolayı mahalleli beni Camcı Rıfat diye bilirdi. Onlar da beni sormuşlar, soruşturmuşlar. Efendi bir insan olduğuma kanaat getirince bu niyet nikâha bağlandı. Allah bana gül gibi bir emanet verdi. Evliliğimiz mutlu şekilde giderken Gül’üm hamile kaldı. İlk başlarda gebelik güzel gidiyordu. Birkaç ay sonra Gül’ün sıkıntıları başladı. Hamileliğin sonlarına doğru eşimin rektum kanseri olduğu anlaşılınca bebeğimiz yedi aylıkken sezaryen ameliyatla alındı. Daha sonra hanımım asıl ameliyata girdi. Gül’üm ameliyattan kısa süre sonra vefat edince Safiye Hanım’ın ölen evladının ismini verdiğim Selman’ım öksüz kaldı, dünya da başıma yıkıldı.
Öksüzümle baş başa kalmıştım. Selman’ıma nineleri baksa da asıl sorumluluğu anne yarısı olan teyzesi Safiye üstleniyordu, annesinin yokluğunu hissettirmiyordu. Kendi çocuklarıyla beraber yeğenini de büyütüyordu. Ne çilekeş ne sabırlı bir kadınmış baldızım. Allah ondan razı olsun.
O dönem medeni Avrupa’nın göbeğindeki yetim coğrafyamız Bosna Hersek’ten kötü haberler geliyordu. Müslümanlar zulüm görüyor, batının desteğiyle azgın Ortodoks Sırplar ve Ortodoks Hırvatlar canilikte sınır tanımıyorlardı. Konya’dan yaşıtım gençlerle bölgeye gönüllü gitmek istemiştim ama bana nasip olmadı. Çünkü benim askerlik görevim çıkmıştı. Arkadaşlarım yeşilin hâkim olduğu İgman Dağlarında zalimleri kovalarken ben de beyazın hâkim olduğu Hakkâri Dağlarında zalimlerin kuklalarını kovalıyordum. Ümmetin gençleri yine cenk halindeydi. Kimileri dış cephede kimileri iç cephede… 1995’in Eylül ayında operasyondayken teröristlerin namlusundan çıkan merminin beni bulmasıyla toprağa düştüm. Kanım yavaş yavaş akıyor, merminin ısısı ciğerimi dağlıyor ve yavaş yavaş şehadete yürüyordum. O an canım umurumda değildi ama öksüz kalan Selman’ım yetim kalacaktı, kaldı da… Ana şefkatinden mahrum kalan evladım baba ilgisini de göremedi.
Öksüzüne sahip çıkan Safiye haberimi alınca dostu Sakine’yi aramış. “Gitti… O da gitti… Rıfat şehit oldu… Selman’ım hem öksüz hem yetim kaldı” demiş.
Kendi tabiriyle dört artı bir çocuğu olan Safiye çocukların eğitimi için Konya’ya yerleşmek istemişti. Kocası Savaş Bey hafta içi Kulu’da olup hafta sonları Konya’ya gelebildiğinden Safiye’de kendine oyalanacak meşgale arıyormuş. Zafer meydanında bulunan Ferah İş Hanında diş kliniği olan Sakine Hanım, yan taraftaki Kırmızı Çarşıda devredilecek giyim dükkanını Safiye’ye anlatmış. Niyeti hem Safiye’ye meşgale bulmak hem de yakınında bulundurmak. Dostunun yüzünü her gün görmek istiyormuş. Safiye: “Önce yapabilir miyim?” dese de niyet almışlar bu işe. Önceleri Konya’nın toptancılarından aldığı malları satmaya başlamış. Daha sonra da trenle başka illere gidip çeşidi artırmış, ticaretini geliştirmiş. Müşterileri sadece alışveriş yapmaya değil muhabbet etmeye de geliyormuş bu ticarethaneye. Toptancıların da güvenini kazanan Safiye ne zaman mal almaya gitse tedarikçiler hep talep ettiğinden fazla malı paketlemek istiyormuş. Ne de olsa karşıdaki emin insan, güvenilir insan. Cuma saati dükkânını neden kapattığını soran arkadaşlarına “Ben bayanım diye Cuma vakti dükkânı açsam, piyasa oluşur, insanlar gezinir, belki de esnaf dükkânını kapatmak istemeyebilir” diyormuş. Hassasiyetiyle kötü bir çığırın açılmasına mâni olmuş cennet çiçeği baldızım.
17 Ağustos 1999 tarihinde Gölcük’te büyük bir deprem olmuş. O zelzelede babasının eski hanımından olan kız kardeşi, eşi ve iki kızı göçük altında kalmış. Safiye’nin dertlerine böylece yeni bir dert daha eklenmiş.
Safiye Hanım evlatları, yetimi ve işletmenin sorumluluğu derken hastalığı iyice artan kayınvalidesi Suzan Hanım’ım bakımını da üstlenmiş. Hastanede sandalyenin üstünde defalarca gecelemiş. Eve gelince de birikmiş işleri bitirmeye çalışmış.
Bu arada Konya’ya taşındıklarında üye oldukları yapı kooperatifi Kerkük Caddesindeki inşaatı bitirmiş, daireleri teslim ediyormuş. Safiye Ablamın dairesi altıncı kattaymış. Safiye evi biraz dar bulmuş. Aslında dar değil de evde horanta fazla olunca haliyle dar geliyormuş. Evlatlar, yetim, kayınvalide, anne…
2004 yılının Kurban Bayramı’nı bu evlerinde ihya ederken ikinci gün arkadaşı Sakine Hanımı aramış. Bayramların ikinci günü hep beraber olurlarmış. İkinci gün Sakine Hanım’ın işi çıktığından dostu Safiye’ye o gün gelememiş.
Sakine Hanım’a ikinci günü akşamı yine telefon gelmiş. Arayanın dostu olduğunu sanmış ama değil. Telefonun karşısındaki kişinin telaşe içinde şunları şöyleymiş: “Haberin var mı? Safiye’nin oturduğu Zümrüt Apartmanı göçmüş. Ne Safiye’ye ulaşılıyor ne de eşi Savaş Bey’e…”
Sakine Hanım hemen soluğu Kerkük Caddesinde almış ama olay yerine yaklaşmak ne mümkün! Enkazdan çıkan toz bile tam çökmemiş. Bir yandan dua ediyor bir yandan kurtarma ekiplerinin çıkardığı insanları tanımaya çalışıyormuş. Enkazdan sağ çıkanlar arasından arkadaşının eşi Savaş Bey’i ve küçük oğlu Furkan’ı görmüş. Ama ne Safiye görünüyor ne annesi ne diğer evlatları ne de yetimi… O gün Sakine Hanım’a kendi tabiriyle okyanuslar kadar gözyaşı gerekmiş.
Bacanağım Savaş Bey’le, evlatları Furkan hastanede tedavi görürken Sakine Hanım teşhis için perşembe günü morga gitmiş. Kayınvalidem Hatice Hanım’ı tanımış. Kur’an okurken bulmuşlar onu. Yetim Selman’ı da dişlerinden teşhis etmiş. Sol altı yaş dişi yokmuş. Sakine Hanım birkaç hafta evvel çekmiş. Dişlerini ezbere bildiği, Gül’ün ve Rıfat’ın emaneti, Safiye’nin yetimi Selman’dı bu. Peki ya Safiye derken morgdaki görevli: “Parmağındaki yüzükte Savaş yazan bir kadın var” diye seslenmez mi! O an dostunu kaybettiğini anlayan Sakine Hanım’ın dünyası yıkılmış ve ağır adımlarla cenazenin başına gitmiş. Bu esnada yine kendi tabiriyle: “Zaman durdu, geçmiyordu. Bir kum saatinin içinden adeta çöl geçiyordu”. Dostu Safiye’nin yüzüğüne bakmış Sakine Hanım. Onu hem parmaklarından hem de üzerindeki elbiseden tanımış. Çünkü aynı elbiseden bayramlık için bir ona bir de kendine almış.
Yetimime göz kulak olan Safiye Ablammm… Çilekeş Baldızımmm… Dertleri kuşanan cennet çiçeğiii… Enkazdan secde halindeyken bulunmuş.
Ne bu dünyanın cazibesine aldandı ne de dünyanın parlak geleceği onu aldattı.
O göçük altında kaldı! Hükmen şehid inşallah. O yetimime göz kulak oldu! Hükmen Allah’ın Resulü ile komşu inşallah.
Hastaneden çıkan Savaş Bey de eşinin ardından şöyle demiş: “Eşimden ve çocuklarımdan razıydım, Safiye bana dünyada cenneti yaşattı”.
Dostu Safiye’yi kabristana bırakan Sakine Hanım sabristanda beklerken hatırına şöyle bir söz gelmiş: “Eşin ve evlatların seni iyi bilirken dünyanın seni kötü bilmesi mühim değil, eşin ve evlatları seni kötü bilirken dünyanın seni iyi bilmesi de mühim değil”.
Onlar bir ümmetti, bu dünyadan geçti.
Bu hikâyeyi dinleyen meczup kendi kendine “Anlaşılan o ki; bu bina imalat hatasından değil Safiye Hanım’ın derdini taşıyamamaktan yıkıldı. Bir bina o kadar yükü nasıl taşısın! İnsan mı bu…” şeklinde mırıldandıktan sonra herkesin duyacağı yüksek ses tonuyla Mülk Suresi’ne ait ilk iki ayetin mealini zikretti: “Mutlak hükümranlık elinde olan Allah, yüceler yücesidir ve O’nun her şeye gücü yeter. O ki, hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır. O, mutlak galiptir, çok bağışlayıcıdır”.