Eskilerimizin bir sözü, duası vardır hani, “Allah bugünümüzü aratmasın!” diye.
Derinliğini düşündüğümüz zaman aslında çok yerinde bir duadır. Mı acaba?
Şimdi klasik düşünce ile, yani dünyanın %98’inin düşündüğü gibi düşünürsek eğer, elhak çok doğru bir dua. En nihayetinde insanoğlunun sahip olduklarını kaybetmemek ve her an yenilerini ekleme isteği aşikar. Ve iki vadi dolusu altınımız olsa üçüncüsünü isteyeceğimizi söyleyerek uyarmış bizi iki cihan serveri.
E tabi insanoğlu sadece mal, mülk konusunda açgözlü değil. Ulaşabildiği her ne varsa gözü doymuyor insanın.
Makam, mevki, şöhret aklınıza her ne gelirse.
İşte burada Ali Şeriati’nin bir sözü kulağıma küpe oldu ne zamandır: “Konfor, ruhun bataklığıdır!”
Nasılki dünya üzerindeki batıl düzenin bizi çekmek istediği bir nokta var ise.
Nasıl ki kapitalizm bize sürekli harcama yapmamız gerektiğini empoze ediyorsa.
Nasıl ki medya kuruluşlarının ekserisi yalnızca kendilerini besleyenleri yüceltiyor, diğerlerini de karalıyorsa. Ve bu duruma ayak uydurmayanları da boykot ediyorsa.
Nefsimiz de kendi konfor alanımızı sürekli genişletmemiz gerektiğini, ve dahi asla ve asla dışına çıkmamamız gerektiğini bizlere dürtülüyor.
Hal böyle olunca da işte her on kişiden birinin antidepresan kullandığı bir ülke oluveriyoruz. Çünkü dilediği konfor alanına ulaşamayan veya ulaştığı konfor alanını kaybeden, kaybetme riski olan insanlardan oluşuyor ekseriyetimiz.
Yani aslında “Azıcık aşım, kaygısız başım!” dan bugünlere gelişimiz temel sorunumuz.
Tüm bu konformist yaklaşım aslında tek bir sebebe bağlı, insanın mutlu olma isteği.
İşte burada da devreye öncelikler giriyor.
Acaba seni, beni, bizi mutlu yapan nedir?
Milli maçın kazanılması mı?
Tuttuğumuz siyasi partinin seçimi önde bitirmesi mi?
Sevdiğimiz kızla/erkekle bir hayat sürdürebiliyor olmamız mı?
Çocuklarımız mı? Servetimiz mi? Şöhretimiz mi?
Ne kadar tanıdık geliyor şu yazılanlar, değil mi? Çünkü genel geçer, herkesin mutlu olmanın yolu kabul ettiği ve bize dayatılan, dikte edilen kuramlar bunlar.
Halbuki “Bizim asıl büyük taşımız ne olmalı?” sorusunun cevabı kıymetli olan. Bana kalırsa yukarıdakilerin tamamı en büyük taş değildir misalen.
Zira dünyaya geliş amacımızı daha kavrayamamış olan bir milletten, ümmetten bir şeyler beklememiz abesle iştigal olur. Zaten yaşadıklarımızın tamamını sonuç olarak alırsak ve tümdengelim uygularsak, sebebin bu olduğunu tahayyül edebiliriz: Amaçsızlık / Yanlış amaç…
Dünyaya geliş amacını tahrif edilmiş bir kitaptan alan, özür dileyerek yazıyorum, katlettiği Müslümanın kafatasından içmeyi en büyük ibadet olarak addeden, tüm yaptıkları zulmü ibadet bilinciyle yapan bir milletin neden bugün dünyaya hükmettiğini de pekala çok iyi anlayabiliriz.
Bakın o mahluklara, mutlulukları tek bir şeye bağlı. Tahrif edilmiş kitaplarındaki yapılanları uygulayabilmek.
Biz acaba kendi kitabımızı ne kadar anlayabildik?
Bırakın kaç kere okuduk baştan sona?
Bırakın okuyabiliyor muyuz, böyle bir becerimiz var mı?
Bırakın okuyanlara ve okutanlara tahammül edebiliyor muyuz?
Yani neymiş efendim?
Dünyanın aslında en örümcek kafalı insanları Yahudi’lermiş.
Zira yaptıkları hemen her şeyi dinleri gereği yapıyorlarmış. Ve mutluluklarının menbağı tahrif edilmiş kitaplarıymış. Onların konforu kitaplarını hayatlarına tatbik edebildikleri kadarmış.
Ve dünyadaki konformist gençliği oluşturup başımıza bela edenler de, düşünmeyelim, akletmeyelim, mücadele etmeyelim diye başımıza saran da yine kimlermiş?
Hep bir ağızdan gür bir sesle…