Konya Kitap Günlerindeki, (edebî) hayat okumaları yaptığım, “Hayat 7 Renktir” başlıklı konuşmamdan bazı bölümler sunuyorum:
Pir Sultan Abdal’ın mühim bir sözü var; “Ben arıyım diyorsun, balın var mı?”
Başka bir yaklaşımla… Hakikat balını almak için kovandaki arıları temizleyip çıkartmanız gerekir der bilge. “Kızgın arılar ayının bedenini, pençelerini ve yüzünü sokmaya başlarlar. Acıya rağmen ayı, balı almaya çalışmaya devam eder… Dünya da seni böyle sokan arılara benzer. Burada acılar yaşayacaksın. Burada sorunların olacak”
“Akıllı ayı kovanı kaptığı gibi nehre atar. Arılar uçup gidince de kovanı alır ve balı çıkarır.” Akıllı insansa, eylemlerinin bilincindedir. “Bütün amelleriniz, bedeninizin kiracıları gibidir. Kiracılarınız hüzün, tembellik veya hile olmasın. Vesveseler hüzün ve yalnızlık üretirler. Sonra da onlara evinizde bir oda vermek durumunda kalırsınız.”
Bu konular etrafında düşündükçe şunu gördüm. Durum, bir işçilik sorununu da ortaya çıkıyordu. Sen talebe olduğun gibi bir ameleydin de.
O halde kendinizden başlayarak öncelikle evinizi temizlemek, fuzuli işgalcileri evden atmak gerekiyordu.
Acılar, engeller, tehlikeler bunun için mevcuttu. Hayatın öğretmenliği, ıstırap bize eksiklerimizi zaaflarımızı gösterir; iç âlemimizin geliştirilmesine önem verilirdi.
Mutfakta.. nohut pişirilirken aşçı habire iyi pişsin diye kafanıza vururdu. Pişmek için acı çeken, direnen bir nohut vardı. Ama “kaynama halinde nohut büyürdü”
Yolda her durum meydana beklenebilirdi. Çukurlar, bataklar önünüze çıkardı. Yolcusunuzdur nihayetinde. Şoförlüğünüz, kulluğunuz, ömrü sevk ve idareniz sınanırdı.
Yeni bilgiler eklenirdi. Ölünceye kadar denenirdiniz. Sonunda bir geçidi, mâniayı aşardınız. O engel olmasa kapasiteniz, sonunda verilecek lütuf hakkında bir fikriniz olmazdı.
Düşman bellediklerinize teşekkür ettiğiniz haller ortaya çıkardı. O hadise öyle değildi. İki kere iki her zaman dört etmezdi. Rakamlar, kesin ölçüler, ego kuralları değişir, erirdi.
Haramiler, uğrular, sahtekârlar, iblisler varsa da; yol ışıkları, kılavuzlar karşınıza gelirdi. Yeni bir “Ben” doğardı. Felaha erilirdi. Hayat 7 renkti.
İsminizin sadece baş harfleri değil, tepeden ayağa aczsinizdir belli. Göz yanıltıcıydı. Lâkin Gözlüğünüz renklenirdi.
Hayatımızda kapkara zannettiğimiz dönemler, çizgiler olabilirdi. Üzerinizde bir gökdelen ağırlığı; kalp kırıkları… Aniden gözlerinize bir şey sızardı. Güzellik, iyilik, acının içindeki lezzet. Yüreğinizde sayısız iz.
Bir hastane odasındasınızdır. Canınız sıkkın, hüzünlüsünüzdür. Mart ayıdır. Derken ömrünüzün en güzel karlarından biri yağmaya başlar. Göz, tabiata çevrilir. Belki de “Hayatta her zaman 4 mevsim vardır” demek istenir.
Sevdiklerinizi, genç yaşında kaybettiğinizi düşünür, efkârlanırsınız. Morgda son kez göreceksinizdir. Yürüyen bir kedersinizdir. Ansızın başka ölüleri de fark edersiniz. Minicik cansız bedenleri, defteri çabucak dürülenleri, doğmadan yitirilenleri. Adsız sansız isimsizleri. Başkalarının gamına, ıstırabına dikkatiniz çekilir.
Hayat bir saat sonra daha tahammül edilebilirdir. Üç saat, beş saat sonra, acıkırsınızdır. Burnunuza nefis hayat kokuları gelir. Pay kapma arzuları belirir.
Babanız ölmüştür. Bıraktığı boşluk nasıl doldurulur bilinmez. Lâkin ders, vefat etmiş baba kanalıyla gelir, kalp değişir. Ölü evinden çıktıktan sonra, basamaklardan inersiniz. Tam karşıdaki dükkânda, bir yazı gözünüze ilişir, Ekmek Bulunur:
“Bir bakkal dükkânında cama asılan kâğıt, bir duyuru, ilân tahtası, hakikat paftası: “Ekmek Bulunur”. En temel ihtiyaç, en muhtaç olduğumuz nimet…
Sıcacık bir duygu. Gönül okşanması, sürur.
Ekmek ümit. Ekmek aş(k). Ekmek dava, maya, fırın. Emek, yanma, pişme, tütme…
Ekmek( tohum, filiz, toprak). Gömme, yol iz, neşve.
Ekmeği veren El, ekmeğin sevdiklerimizin Sahibi. Aslîsi.
Ekmek, nesnenin içindeki ibret; eşyanın ardındaki hikmet; Tüm varlığı kuşatan Vahdet…
Ekmeği Gör. Sabahı, Güneşi gör. Fasit dairede, hücrede odada kalma; Aşk Dairesi’ni ör.
Ruh yoksulluğu, en onulmaz acı, şifasız illet.
İleri gidenler gitti. Sen geride kalan muhteris nefsini inlet.
Suretlerde takılma. Seni sevdiren, meylettiren asıllardır. Fikret!
En “Baba öz de” kalbin yöneldiği cevherdir. Bunu anla, gayret!
Vura vurula ezile bozara düşe kalka giderken.
Kar, tipi, boran, yağmur çamur altında, çöl rüzgârlarında, kumlarında lâtif bir işaret levhası: Ekmek Bulunur.
Açlık, Sevgi’yi Bahşeden ’den giderilir bulunur.
Ekmeği bul. Mana rızkını bul!
Ekmeğin, nimetin, eşyanın emrine verildiği “derindeki insanı, kahramanı” bul!
“Ekmek Bulunur”. Derde deva bulunur. Her şeyi kabzasında tutan Allah bulunur.
Hem bulunur, hem bilinir. Coşulur, koşuşur, sevinilir.”
Eğer.. Üzücü bir hadise yaşadıysanız, zıtları, başka hadiseler de zuhur edecektir. Olaylar yeni yüzlere bürünür, arka planlar meydana çıkar. Çeşitli ihtimallerle, bir umudun, bir talih dönüşünün işaretleri de görülecektir. En azından böyle bir seçenek vardır. Zamanın içinde uhrevi çekirdek belirir.
Hayatınıza kültürün, sanatın, edebiyatın rengârenk güzelliği düşer. Edebi hikâyemden bahsederek somut örnekler vereyim.
20’li yaşlardaki yazma denemelerinden sonra, tıkanır, çeşitli sebeplerle hevesiniz kaçar, yazmayı bırakırsınız. Seneler sonra yepyeni bir enerjiyle, eski bir öykünüzle katıldığınız bir yarışma, artık hayal etmeyi bile bıraktığınız size bambaşka kapılar açar. 40’ından sonra yazınız da erginleşir.
Yazarlığımızda, daha önce bilmediğiniz renkler belirir. Bir olay anlatayım:
Seneler evvel, bir yayıneviyle anlaşmıştık. 15 öykülük bir kitabım yayınlanacaktı.
Fakat son anda, dosyadaki hikâyelerin beşe indirileceği, aksi takdirde kitabın yayınlanmayacağı ifade edildi. Broşür gibi bir şey… Müthiş üzüldüm ve sinirlendim. Üzerinden bir zaman geçti. Şaşılacak şeydi. Elemden, kederden eser kalmamıştı. İş, eğlenceli, keyifli bir hikâyeye dönüşerek; yazarlığımın pek keşfedilmemiş bir yanını ortaya dökmüştü. “Yazarlık Dersleri” öyküsü, ironiyi kullanabileceğimi de gösteriyordu.
Çocukluğunuzu yaşadığınız Tunçbilek Tavşanlı’da, yoğun, peşpeşe gelen bir üzüntü yükleriyle teessüre kapılır, kahırla ayrılırsınız. O günleri şöyle tasvir edersiniz:
“Yavaş yavaş hudutları çiziliyordu. Nurcay Hanım’ın Ses dergileri, Resimli Roman’ları, hanımlarıyla beraber evden çekildi.
“Maniniz yoksa annem size gelecek” lâfları işitilmez oldu, tek mani(a) Nergis’ti.
Yalnızca kendilerinin “Hayat’ı vardı. Hayat mecmuası. Ve pek acılaşmış, sönmüştü. Sonra o da çekildi. Okuyacak kimse yoktu.
Sokak, evler koca bir silgiydi, üzerlerinden geçmişti.
Mahallenin kuşları başka diyarlara göç ettiler.
Beyazlar, yeşiller, maviler hicret ettiler. Sadece kara sarı vardı; karasarı.
Çay partilerinin sesi soluğu kesildi. Lokalin bahçesi karanlıklara gömüldü.
Aynalar ve giysi dolapları ışımaz oldu. Kahkahalar, emin güvenli tavırlar, yüksek doz övünmeler, erkek-dişi saltanatlar, başka evlere, sapasağlam capcanlı kâşanelere kaçtı.
Derin yeis içinde kahırlı baharlar çarnâçar geri çekildi.
Nergis, kara bir meleğe ‘Lütfen, çocuklarımın mürüvvetini görünceye kadar bana izin ver.’ dedi. Hâlbuki ölümcül takipteydi.”
Oysa Renklerin de Sahibi vardır, dönüşebilir.
Üç sene sonra, büyük bir özlemle, neredeyse toprağını öperek hasret gidermeye gelirsiniz. 30 sene sonra aynı yere gelişinizde, kucağınızda bir kitap vardır; bir roman yarışmasında birincilik alan Sarılmak.
Ve kalbinizde, değerli bir akademisyenin Prof. Dr. Nurullah Çetin’in, hakemli bir dergide yazdığı; sizi fevkalâde mutlu eden cümleler gezinir durur.
“Bu roman, Türk edebiyatında Peyami Safa’nın Dokuzuncu Hariciye Koğuşu romanından sonra en güçlü hastalık romanıdır.
Hastalık olgusu merkeze alınarak yapılan psikolojik tahlillerden hareketle aslında bir hikmet romanı üretilmiştir.
Yazar özellikle yaşayan Türkçenin bütün ifade zenginliklerini, kıvrak kullanımını başarıyla ortaya koymuştur. Bu bakımdan romanı Türkçemizin zarafetini, derinliğini ve zenginliğini sergileyen örnek bir edebiyat metni olarak gösterebiliriz.
Sarılmak, Türk edebiyatının önde gelen psikolojik tahlil romanları arasında yer almaktadır.” Gibi…
Neticede; siyahî günler, zaman vurgusuyla size değişerek gelmiştir. Artık, “Dün-bugün-yarın” bakışı farklıdır. Hangi Ben, hangi acı, hangi şehir diye seçemez; hangisi gerçek, hangisi hayal diye şaşırırsınız. Şartlar, bakış açısı tamamen değişmiştir; görecelidir, geçicidir.
Belki gökyüzünü tekrar keşfedersiniz. Yıldızları ayı, baltayı putların boynuna asanı, güzellik Yusuflarını. Damarlarınız enerjiyle dolar. Kalpte kıpır kıpır bir hareketlilik başlar.
Bir yerde yemyeşil bir bahçe sizi çağırır. Ferhatlar vardır, dağları delen. Mecnunlar yükselir, çölleri geçen. Ve bir Leyla, ah Leyla bin bir kılığa bürünen; hep.. daima vardır, gönüllere yüzlere gülen.
Sevgiyle çıkarsınız yola; muhabbet sizi çağırır.
Kaleminizde, bir “farkındalıkla” değişik renkler tezahür eder. Yazar mı geçinir, benden mi geçinir bilemem; “7 Bela Hüsniye” devreye girer mesela. Bendeniz Edebiyatımızı, Hüsniye medebiyatımızı kurtarır(!) O sulu, ben kuru öyküler yazarım.
Özeleştiride de, eleştiride de bulunurum. Bakarsınız, tenkitçi bir bakış gelişir:
“Koyunlar, “çağdaş egemenlerin” bıçağına boğazlanmak için özgürce yatsın… Hazin yanık bir sesle inlesin. Ağıldan, ahıra.. mezbahaya yitsin silinsin.
Efendiler toplansın. Beyin salataları, kavurmalar Avrupai sofraları süslesin. Yağlı kuyruklarla o biçim eğlenilsin. Kellelerle gönül gezdirilsin.
“Yağız koçlar” siyasî, zilli masalarda dans etsin; er göğüslerine euro takılsın; müzik hızlansın, geriler nazikâne yiğitçe sallansın.
Vazifeşinas tıkır keçiler, kasap kapılarında oynak: “Ben ayrılmam” diye ayak diresin. Devrandan; isimsiz kesimlik boynu bükük sürüler geçsin gitsin…
Gözü bağlanmış, bir kara kuzu daha dünyaya gelsin.
“Yeryüzü tacirleri” hunharca sevinsin. Birileri doymazca biraz daha kan emsin.
Mürebbiye Angel/Engel; bebeklerin kulağına aynı bildik ninniyi söylesin:
“Me meee! Meee.. M(ee) kuzum m(eeee)!”
Hayatta… Allah’ın boyası ile boyananlar, Rahmani renk taşıyanlar da vardır. Gök kuşağının zevkiyle, yüreği neşveyle ışıldayanlar.
Milatlar olduğu gibi, dünyayı güzelleştiren insanlar da bulunur. Edebi hayatınızda bir renk daha açığa çıkar. Derin, temiz nefeslerin rengi… NEFHA.
Kelime anlamı soluk, esinti olduğu gibi güzel koku da demek olan romanlarımdan Nefha, büyük bir mutasavvıfa, âlime, Sadrettin Konevî Hazretlerine yaklaşım teşebbüsüydü.
Yüce şahsiyetlerin, ulu hanelerin kapısı çalınınca, gelen boş çevrilmez, dilencilerin eline de bir şeyler tutuşturulurdu.
Romandaki Hasan karakteri, o günlerin ürünüdür. Hasan konuşuyor:
“Bazen dayanılmaz bir gönül rayihası eşliğinde öyle eşsiz güzelliklere şahit, gark olurduk ki nasıl hâlen sağ kalabildiğimize şaşardık. Çünkü bunları seyredip, işitmenin, tanıklığın da bir ücreti, bedeli olmalıydı.
Yarabbim! Ben bu saadeti hak edecek ne yapmıştım ki?”
Ve her şey bir rüyada gibi başlar, bir rüyada gibi biter ya da geçici bir nokta konur.
Büyük şairlerimizden Sezai Karakoç, “ruhun da tarımı vardır” der. “Onda Buğday, pamuk, gül ve lale yetiştiği gibi.. karamuk, ayrıkotu, afyon, tütün ve zakkum çiçeği de biter.”
Anlaşılan dünyada, sizin bahçıvanlığınız da sınanır.
Ama Mukaddes Rehberler, kutlu sözler önümüze düşer, hayatımızı aydınlatır.
Söz gelişi bir hadisi şerifte: “Kıyametin kopacağını bilseniz bile, bir fidan dikiniz.” Buyuruluyor.
Hadisi şerifi dünyayı güzelleştirmek için çabalamak, Hak, Hakikat yolunda sebatla yürümek ve doğru hareket etmek, nefes tükeninceye kadar çalışmak, bir günü diğerine eş olmamak gibi de anlayabiliriz.
Manalı bir davet, süreklilik, eller, kalpler daima muhabbetle dopdolu olsun niyazı. Bu yolla.. dünyanız da güzelleşecek, renklenecektir. Hayat azizdir, rengârenktir.
Sonuçta… “Aşk imiş her ne var ise âlemde…”