Mevsimlerden herhangi birine ısınamamak, onu soğuk bulmak kadar doğal bir şey olamaz, öyle değil mi? Tıpkı meyvelerden mesela, bazılarının tadını sevip, bazılarınınkini sevmemek kadar normal değil midir, bu? İkisinde de, ‘verilen’ ler arasında bir ayrım ve seçim yapılıyorsa eğer, neden ikincisini olduğu gibi, ilkini de makul karşılayamıyoruz ki?
Böyle bir savunmayla söze girmemin, biraz tepkisel göründüğünün farkındayım. Ancak, “Kış mevsimini sevmiyorum” sözünün –sözümün- hiç de hoş karşılanmayıp, pek çok öğüdü işitmemin müsebbibi olması dolayısıyla kulağıma takılan bu ‘öğütten küpeler’ yüzünden, kulak memelerim sünmüş, acımış, sarkmış durumda. Savunmamı, daha en baştan yaptım işte bu yüzden. “Bazı mevsimleri sevip, bazılarını sevmememize hakkımız vardır!”… Nitekim, kış mevsimini sevmememin sebeplerini anlatacağım, bu yazıda. Suçsa mazur görüle! Lakin, değil ki!
Nasıl ama nasıl sevilir, kış mevsimi? İnsanın içi ısınmıyor, ısınamıyor bile bir defa. Sevgi, sıcak değil midir, oysa? Ilık ve ısıtan bir şey, hani? Hem, Güneş de, göz alacak kadar parlak değil midir, ya da, öyle olması gerekmez mi, sanki? Güneş… Geçen gün ona, gözlerimi hiç kısmadan bir baktım da… Ay kadar puslu, donuk, soğuk ve soluktu! Tüylerim her anlamda ürperdi o an! Anlı şanlı güneşi, öyle boynu bükük ve mağlup görmek, kanadımı kırmasaydı eğer, diğer yarım küreye uçup giderdim o an hemen.
Hayvanlar hele, sokak kedileri… Hoş, kaldıysa tabii, ölmedik! Öyle… Sokakta görülen tek tük kedi de, sırf nesillerinin tükendiği anlaşılmasın diye, içi doldurulmuş ve ortaya salınmış oyuncaklar, oyuncular olmalı zaten bence. Yoksa, acı patlıcanları bile kırağının çaldığı soğuklarda, kedilere değil 9, ancak 19 can yeterli olabilirdi, hala hayatta kalıp devam edebilmeleri için. (İlkbaharlarda yeniden dirilmek üzere ‘ölen’ kedilerin hikayesini, bir bahar’a saklıyorum.)
Ağaçlar, bir de… Çocukluktan beri, onları yeşile boyamadık mı bizler? Kış mevsimi, o kim oluyor da, çocukluk kadar kadim olan bu kuralı bozabiliyor? Öyle bir anda, bir fırtına, bir ayazla birlikte estiği gibi, bembeyaz? Bizimle derdi nedir ki, çoğumuzu hasta ederken, bazılarımızı öldürdüğü bile oluyor hem, buzdan elleri ve soğuk tipiyle bizzat boğarak?! Onun, alınlara püskürttüğü 41 derecelik ateşleri vardır ama bak, maşallah değil maazallah dedirten ve aleyhimize işleyen bu tezatıyla, bizlerle adeta dalga geçtiği.
Kulağımı, tıpkı otoriter ve kızgın bir öğretmen edasıyla çekip sündüren öğütler, takılan o zoraki küpeler konusuna dönecek olursak eğer, en başta bahsedilen… “Evet” diyorum onlara. “Haklısınız!” “Ancak ve ancak, baharın güzelliğini özlemek ve anlamak için, hatta yaz aylarının bunaltıcılığını dahi geri istemek için bizlere verilmiş bir fırsat ya da cezadır kış mevsimi, artık adına hangisini derseniz. Sonbahar güneşi bile nurlu ve doğru sözlüdür, yalancı ve puslu kış güneşinin yanında. Başlı başına bir güzellik değil, ancak, aksini daha da güzelleştiren bir tür ‘yardımcı’dır, kış. Sadece bu işe yarayan bir ‘ara malzeme’ dir, bu bağlamda. Sonuç olarak evet, kış da lazım elbet, üşümek ve hastalanmak da öyle!”
Şimdi… Tüm bunlar değil de, tam içinde ve ortasında bulunduğum bir mevsimi sevmeye çalışmak, en azından bunun için çaba sarf etmek yerine, ona karşı nefretimi ve kendimi böyle bilediğim için, kendimi cesur addediyorum, bir yandan. Cüretkar mı demeliydim, ya da? Kışın intikamcı yanı, buzunu ve o ‘41 derecelik ateşini’ püskürtebilir de… Lakin, arkam ve önüm sağlamdır benim; biraz da onlara güveniyorum: yaz ve bahar ayları…
Vicdandan düşen not: Bu notun buraya düşmesini ben de beklemiyordum ancak düşeceği varmış bir kere… “Bu yazı, kış mevsiminin tarımsal açıdan önemi, yani, her birimizin geçimi ve yaşamı için zorunlu olan hayati önemi göz ardı edilerek yazılmıştır.” Diye. ‘En baştaki savunma bile yetersiz’ miş, bir kere!