Sadece metropol / anakent insanı mı yabancılaşır? Bir tarafı yaparken çoğu zaman diğer taraf aksar, yıkılır. Bireyin yalnızlaşması sadece tekdüze bir yaşam sürmesi mi? Kendi düşüncelerinde de yalnız kalamaz mı insan? Sürüden ayrılıp sessiz yığın/sürü olması kısır döngüsü onu kendi düşüncelerindeki yalnızlığa alıştırması değil midir? Şehir içinde, duvarlar arasında… Toplum içindeyken sıkılır, gerilir halde modern yaşantılar…
Nedense bir denge sorunu vardır insanın. Genelde manasını unutan insan, kendi değerlerinden uzak kalan insan maddeyi yüceltti/putlaştırdı ve Makine insan, ekonomik insan oldu deriz. Ama bunun böyle olmasına iten sebepler sadece maddeyle, parayla mutlu olacağını sandığı için mi, onu yığdığı için mi? Gençliğinde-işçi olarak- çalıştığı arkadaşının fabrikasında, 15 dakikada ortaya çıkardığı bir ayakkabıyı satın alabilmesi için bir ay orda çalıştığını hatırlamak bulandırdı kafasını.1
Dengelerini / homeostatis yitiren insan bunun sonucunda ‘Ego! Ben!’ diyerek haddini aştı. Taşkınlık ve azgınlığı aradığı mutluluk dünyasını inşa etmeye başladı. Oysa tüm insani değerleri (merhamet, sevgi, adalet, erdem, cömertlik, kardeşlik, saygı, hoşgörü, dayanışma vb) kaybediyor olması onu daha asabi ve hırslı yapıyordu. Hâlbuki aradığı mutluluk onu salt hazdan ibaret varlık haline şekillendiriyordu.
Bu süregiden kendi deyimiyle “koşuşturmaca” sürecinde neleri kaybettiğinin farkında değildi. Eriyor muydu? İnşa mı ediyordu? Tapındığı maddeyle ‘Tanrı’yı öldürüp’, kendisini Tanrı insan ilan edenleri gördükçe kaygısı daha da artmıştı. Aradığı aslında manevi bir hazdan ibaretti ve ona manasız, maneviyatsız, bir diğer ifadeyle sadece maddeyle ulaşılamazdı. Bu yüzden “meşrulaştırma” adımlarını doğru atmalı, komutlara uygun yürümeliydi. Para ve “bencilliğin” kardeş olduğunu sadece okumuş ve asla okuduklarının kendisinde tecelli edeceğine ihtimal dahi vermemişti. Saçma olan şeylerin aslında tüketim toplumunda yaygınlaşıyor olduğunu görmesi kaygısını daha da artırdı insanoğlunun. “Şüphe” ile bakan/septik ruh hali onun bencilliğini körükledi. Büsbütün bencilleşti, nefret eder oldu, küstahlaştı, acımasız oldu. Hem kendine ve etrafına zulmetti. Şüphe ve kaygı yerini “endişe” veya “korku”yla karakterize edilen, sıkça mantıksız kuruntularla örüntülü, rahatsız tutum sergilemesine yol açtı.
Evet, hem bu dünyada hem de öbür âlemde mutluluk arıyordu. Kendine baksa bunu anlayabilecekti ama kapris ve kibri buna mani oldu. Üstelik kendisine zarar veriyor, başkalarına da sıçrıyordu davranışlarının zararları. İç acıları çekerek izliyordu tüm bunları dalıp giden düşüncelerinde. Çürüyerek savrulan ya da tepine tepine ve kitleler halinde ölümlerin toplum yaşantıları kendininkine ne kadar da benziyordu. Bu tür ölümleri yakinen görmesine karşın en ufak bir ibret aldığının belirtisi olmayacaktı.
Muhasebe yeteneğini kaybetmişti. Hesap veriyor ama hep açık veriyor, hiç bütçeyi dengeleyemiyordu. Tansiyon, şeker gibi hastalıklar bedenini yokluyordu artık. Oysa bunları sadece duyup geçiyordu önceleri. Hiç tanışıklığı olacağı aklına gelmemişti. Sahip olduğu bilinen nasırlı zekâsıyla nereye kadar gidebilirdi ki? Sonraları… Sırra kadem basmıştı aklı! İnsanoğlu etrafına ve göklere ve bakıp acziyetini anlayacaktı ama vakti ve gücü kalmamıştı. Modernlik uğruna kendisini ihmal ve göbek tutmuş çemberini, küskün çevresini tahribe devam etmek çaresizliğini yaşıyordu.