“KENDİ”YLE konuşuyor, kendiyle yazışıyor, kendiyle kavga ediyordu.
Sokağa çıktı, caddeleri arşınladı. Günlük yaşama daldı çıktı. Yetmedi; dünyayı keşfe daldı.
“Dünyanın karnı” onu vakum gibi çekiyordu. Ama içine battığında sevimsiz bir “KENDİLİK” onu sardı. “Dünyanın göğsüne” baktı. “Sadra şifa” bir şey göremedi. Gönüllü süprüntüler; ambalajlı, makyajlı, içinden komik palyaçolar, yüce görünümlü cüceler çıkan; uğruna bir bardak suda fırtınalar koparılan mütecaviz, fırıldak düşüncelerle.. özgürlük alanlarında fışkırıvermiş muhteris gökdelenler; pazarlıkçı uyku hapları; hazırlop, fırsatçı hayat reçeteleri sarmaş dolaştı, birbiriyle kaynaştı.
Kim bilir belki de, gökyüzünün, “yersiz yurtsuz serserisiyle” ‘oynaştı’.
“Dünyanın kalbi”ni aradı, fakat bulamadı. Dünya; uçsuz bucaksız “ÖZEL bir KENDİ” olarak uzanıyordu.
Birkaç arkadaş? Üç beş dostla?? karşılaştı.
Âdet gereği söze başladı. Yerinde ve mantıklı cümleler kuruyordu. Belki de karmakarışıklığı, kir sosuna bulanmışlığı, konuşmanın çala kaşıklığı fark edilmiyordu. GÖNÜLSÜZ’ce konuşuyordu. Kelimeleri, muhatabının yüreğine değmiyordu.
Karşılıklı “KENDİ”likler iletişime giremiyordu.
Yâreni bilgisayardı, kitaplardı; almış başını gitmiş, yönsüz, avare hayallerdi.. ki seraplarla haşır neşirdi.
Hülyalar bile işe yaramıyordu bazen... Çalınmış, hayatın büyüsünden yüzde yüz koparılmış, cansız...
Hiçbir şey “özgün, biricik, köklü” değildi. O yüzden sıkıntılar büyüyordu.
Umutlar, kanamalıydı. Rüyalar can çekişiyordu, müzmin hastaydı... “KENDİ” yastaydı.
Yatak, iğneli fıçıydı. Ev, Kâbushane; Evren, çileli bir batakhaneydi. Nevzuhur, türedi bir âlem sanılsa bile; kocalığı tescilli, “antikalıkla” malul, rengi ruhsarı solmuş bir afetti.
Yaşamayı, içi çekmiyordu. Gözü, “değerli, harika” hiçbir şey göremiyordu.
Artık merak bile etmiyordu. Tecessüsünü gömmüştü... Hüsün, hüzün veriyordu.
Hiç bir vasıtaya binemezdi. Çünkü hiçbir yere gidemezdi. Bütün yollar kesikti; araçlar arızalı, kısmetler kaçmış, inanç muhataralı...
Hayatın ucu hep çıkmazlarda; sonsuz labirentlerde; sahifeleri yırtılmış, görünmez çöplüklere terkedilmiş, kargışlanmış yazgı defterlerinde.. bir garip is kokusu barındıran, pusların, pusuların hakim olduğu gri- siyah ânlarda... Ezilmiş kalplerin, ebediyetlere uzanan canhıraş feryatlarında.
Ya da “tek bir dünya, tek bir yol vardı “KENDİ” için... Tarihin girdaplarında; kan revan içinde, vahşi, yabanıl hayvanların barınakları, barbarlık mağaralarında kesişen... vuruşan, dönüşen.. geleceği tüketen.. bumerang gibi; katlı, katmerli ıstırabıyla, iki büklüm “KENDİ”NE dönen.
“KENDİ”NİN yarattığı köstebeklerle kardeş bir “KENDİ”YE dayanan... “KENDİ”NE, “KENDİ” Yİ dayatan...
...
Annesi uzaydan, babası Fransa’dan; “KENDİ”de bilemediği, belki henüz yaratılan bir âlemden gelmişti. At sineğinin yumurtasından da doğmuş olabilirdi.
Bir eski, “ÇOCUK KENDİ” vardı. Tozlanmış, nisyana terkedilmiş, kilidi kaybolmuş, boynu bükük zamanlarda.
Sokaklar da başka “KENDİ”LER vardı. Hepsi de birbirine eş, iç ve dış evrenine yad, yabancı...
Verimkârlıklar, sevdalar, gönül saçıları, daima “yabani, gulyabani”.
Mesafeler uzanır giderdi. Hassasiyet ağlaşır, ruh çırpınır, düşünce bulamaçlaşıp, müptezel çığrışırdı.
Hakikatin; karanlığın zifirî ihtişamından gözü kamaşırdı.
Sathiliklerin; neşeli, fiyakalı cürümlerin; tozkoparan, günlük vaveylaların “KENDİ”YE mesafesiyse, sıfırdı.
O yüzden bir türlü ne “KENDİ” ne de “ÖTEKİ KENDİ”LER.. bir türlü “KENDİ KENDİ” olamıyordu.
“KENDİ”YLE yol alamıyordu.
Düşünüyordu ki; “KENDİ KENDİ”NE tuzak kurmuştu.
“KENDİ”NİN esaretinden kurtulamıyordu.
“KENDİ”
Sokağa çıktı, caddeleri arşınladı. Günlük yaşama daldı çıktı. Yetmedi; dünyayı keşfe daldı.
“Dünyanın karnı” onu vakum gibi çekiyordu. Ama içine battığında sevimsiz bir “KENDİLİK” onu sardı. “Dünyanın göğsüne” baktı. “Sadra şifa” bir şey göremedi. Gönüllü süprüntüler; ambalajlı, makyajlı, içinden komik palyaçolar, yüce görünümlü cüceler çıkan; uğruna bir bardak suda fırtınalar koparılan mütecaviz, fırıldak düşüncelerle.. özgürlük alanlarında fışkırıvermiş muhteris gökdelenler; pazarlıkçı uyku hapları; hazırlop, fırsatçı hayat reçeteleri sarmaş dolaştı, birbiriyle kaynaştı.
Kim bilir belki de, gökyüzünün, “yersiz yurtsuz serserisiyle” ‘oynaştı’.
“Dünyanın kalbi”ni aradı, fakat bulamadı. Dünya; uçsuz bucaksız “ÖZEL bir KENDİ” olarak uzanıyordu.
Birkaç arkadaş? Üç beş dostla?? karşılaştı.
Âdet gereği söze başladı. Yerinde ve mantıklı cümleler kuruyordu. Belki de karmakarışıklığı, kir sosuna bulanmışlığı, konuşmanın çala kaşıklığı fark edilmiyordu. GÖNÜLSÜZ’ce konuşuyordu. Kelimeleri, muhatabının yüreğine değmiyordu.
Karşılıklı “KENDİ”likler iletişime giremiyordu.
Yâreni bilgisayardı, kitaplardı; almış başını gitmiş, yönsüz, avare hayallerdi.. ki seraplarla haşır neşirdi.
Hülyalar bile işe yaramıyordu bazen... Çalınmış, hayatın büyüsünden yüzde yüz koparılmış, cansız...
Hiçbir şey “özgün, biricik, köklü” değildi. O yüzden sıkıntılar büyüyordu.
Umutlar, kanamalıydı. Rüyalar can çekişiyordu, müzmin hastaydı... “KENDİ” yastaydı.
Yatak, iğneli fıçıydı. Ev, Kâbushane; Evren, çileli bir batakhaneydi. Nevzuhur, türedi bir âlem sanılsa bile; kocalığı tescilli, “antikalıkla” malul, rengi ruhsarı solmuş bir afetti.
Yaşamayı, içi çekmiyordu. Gözü, “değerli, harika” hiçbir şey göremiyordu.
Artık merak bile etmiyordu. Tecessüsünü gömmüştü... Hüsün, hüzün veriyordu.
Hiç bir vasıtaya binemezdi. Çünkü hiçbir yere gidemezdi. Bütün yollar kesikti; araçlar arızalı, kısmetler kaçmış, inanç muhataralı...
Hayatın ucu hep çıkmazlarda; sonsuz labirentlerde; sahifeleri yırtılmış, görünmez çöplüklere terkedilmiş, kargışlanmış yazgı defterlerinde.. bir garip is kokusu barındıran, pusların, pusuların hakim olduğu gri- siyah ânlarda... Ezilmiş kalplerin, ebediyetlere uzanan canhıraş feryatlarında.
Ya da “tek bir dünya, tek bir yol vardı “KENDİ” için... Tarihin girdaplarında; kan revan içinde, vahşi, yabanıl hayvanların barınakları, barbarlık mağaralarında kesişen... vuruşan, dönüşen.. geleceği tüketen.. bumerang gibi; katlı, katmerli ıstırabıyla, iki büklüm “KENDİ”NE dönen.
“KENDİ”NİN yarattığı köstebeklerle kardeş bir “KENDİ”YE dayanan... “KENDİ”NE, “KENDİ” Yİ dayatan...
...
Annesi uzaydan, babası Fransa’dan; “KENDİ”de bilemediği, belki henüz yaratılan bir âlemden gelmişti. At sineğinin yumurtasından da doğmuş olabilirdi.
Bir eski, “ÇOCUK KENDİ” vardı. Tozlanmış, nisyana terkedilmiş, kilidi kaybolmuş, boynu bükük zamanlarda.
Sokaklar da başka “KENDİ”LER vardı. Hepsi de birbirine eş, iç ve dış evrenine yad, yabancı...
Verimkârlıklar, sevdalar, gönül saçıları, daima “yabani, gulyabani”.
Mesafeler uzanır giderdi. Hassasiyet ağlaşır, ruh çırpınır, düşünce bulamaçlaşıp, müptezel çığrışırdı.
Hakikatin; karanlığın zifirî ihtişamından gözü kamaşırdı.
Sathiliklerin; neşeli, fiyakalı cürümlerin; tozkoparan, günlük vaveylaların “KENDİ”YE mesafesiyse, sıfırdı.
O yüzden bir türlü ne “KENDİ” ne de “ÖTEKİ KENDİ”LER.. bir türlü “KENDİ KENDİ” olamıyordu.
“KENDİ”YLE yol alamıyordu.
Düşünüyordu ki; “KENDİ KENDİ”NE tuzak kurmuştu.
“KENDİ”NİN esaretinden kurtulamıyordu.
“KENDİ”