Her devrin kendine has güzellikleri olmasına rağmen, bazen birbirimize kartpostallar gönderdiğimiz zamanları özlüyorum.
Biriktirirdik, karıştırmaktan, seyirden, sevdiklerden gelenleri tekrar işaretlemekten zevk alırdık.
Resimlerdeki sabit dünya hareketlenir, hayali neşelendirir, bambaşka âlemlere sevk ederdi.
Şimdi en berrak, parlak manzaralar, filmler, göz nuru tablolar en ufak bir tesir uyandırmıyor; kısa şaşkınlıkların yerini hemen dudak büküşler, sönüşler, nisyanlar alıyor.
Türlü mukayeseler, birbirinin üstüne binen, çöplüğe dönen görüntüler, kalabalık, çokluk, kurulan paralellikler, karmaşa, hız çarkı ile birlikte dünya küçülüp, basitleşiyor, sihrini kaybediyor.
Alelade bir küreye, bir çocuğun kısa sürede bakıp, bıkıp, elinden attığı, modası geçmiş(!) bir cam yuvarlağa dönüşüyor.
Huzursuz, mutmain olmamış, saldırgan, ıssız kalpler üşüyor.
Sadece, meslekî tatminsizlikten bahsetmiyor insanlar. Doyumsuzluk, umduğunu bulamama, herhalde razı gelmeme, daima tırmanış gösteren arzular her sa(f)hada, kesimde.
Merak, keşif, hayret duygusu, istikbal düşüncesi uyandırmayan; çevremiz, dilimiz ve düşlerimizdeki hayatların tek tek öldüğü, gitgide cansızlaşan, yaşamak lezzetinin kaybolduğu bir âlem…
Her şey yeknesak, sıkıcı, boğucudur böylesi mahdut bir çerçevede.
İnsan gövdesini, gölgesini zor sürükler. Uyu(ya)maz, rüyalar görmez, bitkindir, renkler siliktir. Daima kafeste.
Zaman fark, umut getirmez. Ömrün kıymeti, hesabı yoktur. Karabasanlar tükenmez.
…
Bir şarkı dolardı içimize kartpostallı mevsimlerde…
Mesela bir masal düşer gelirdi önüme. Çocuk ve Yuva Dergisi’nde.
Zengin evin şatafatlı mutfağından, kurumlu aşçısının ellerinden, hürriyete doğru kaçan, bir patatesin hikâyesi. Tombulluğu yüzünden, hemcinsleri arasında. “Patates Kraliçesi” diye anılan bir asil hanımın(!) serüveni.
İşte bu tombik hanımefendi, kırlarda yuvarlanarak, sevinçle koşarken (ben değil ha), iki yoksul çocukla karşılaşır. Konuşmalarına kulak misafiri olur. Açlıkları, muhtaçlıkları yüzünden bellidir kızla oğlanın.
Yüreğinde hüzün belirir. Bir an durur, düşünür Kraliçe.
Sonra uzun etmez, yavaşça aralarına girer, ikisinin ellerinden tutar, mutlu ince bir gülümseyişle.
Mevcut resim bile aklımdadır. Sevgiyle anımsarım hâlâ. Buruk bir keyifle.
İçimi sımsıcak duygular kaplar. Hatırlarım güzelliğin, erdemin, bilginin mahsul verdiği toprakları, şen aileleri, tüten ocakları ve “yaşamanın, sevmek gibi gönülden olduğu” bir memleket hayalini, tatlı bir hüznün eşlik ettiği sefa hissiyle.
İçim, şirin bahtiyar bir yuva resmi çizer. Az sonra kanatlanacak türküler söyler.
İçim, ağaçların balını toplar. Balonlar uçurur. İçim hoplar.
Domates, peynir zeytin ve ekmekle, mükellef sofralar kurar. El sıkar, sarar.
Noel değil Mesut Baba yanımıza yaklaşır. Her dem alınan, okunan gizli-aşikâr müjdeler verir, hediyeler sunar.
Sema, müşfik buseler gönderir. Lâtif bir rüzgâr, çiçeklerle oynaşır dolaşır. Cömert bir bahar köşesinden, tatlı sürprizler, öpüp başımıza koyduğumuz bahşişler gelir.
Gökyüzü yeryüzü birbirine karışır. Yağış, bağış, ağış…
Kartpostallar ıslanır.
İçim.. doya doya, kana kana içtiğim bir pınar.
Gör bak, içimizde neler var.