Manevî hastalıklarımız artıyor. Kötülüğe rıza göstermek, hoş görmek, anlamsız sessizlikler; bu gerçeğin ve devrin alâmetlerinden biri olsa gerek.
Hataların, yanlışların üstünü örtmek, kalbin dilsizliği de; muhtemelen dolaylı yoldan bir razı geliş, göz yumma, yüz verme(!)
Kötülüğü bağışlama.. çevirmek; başka mânâlar yüklemek, yoldan çıkartmak, çirkini fenayı yüceltmek, bir açıdan talep etmek.
Kara bir sükût.. sukut(düşüş)…
Türkiye’nin kabul etmesek de bir Doğu Türkistan sorunu var. Milletler arası kuruluşlar çeşitli şekilde tepkilerini dile getirdiler. Protesto ve boykot kampanyaları düzenlendi.
Uygur kardeşlerimize karşı uygulanan insan hakları ihlali ve mezalimin içerisinde, Uygur kadınlarının maruz kaldığı sistematik, toplu tecavüzler, kısırlaştırmalar da var.
Yeni Zelanda Başbakanı Jacinda Ardern bazı açıklamalarında bu melanete dikkat çekti. Dünyanın değişik yerlerinden, suni bile olsa itirazlar yükseldi.
Bizdeki kadın kuruluşlarından yeterli tepki geldi mi bilmiyorum.
Fakat devletimiz, özellikle başka partilere yönelik cinsel taciz suçla(mala)rı, yani halkın tabiriyle “namus meselesi” konusunda çok titiz görünüyor.
Neden aynı hassasiyetin, muktedir parti ve çevrelerine benzer ithamlar yapıldığında gösterilmediğini sormuyoruz tabii.
Fakat zalimlerin pençesindeki, her türlü baskıya, ezaya maruz kalmış kadın erkek dindaşlarımızın feryadına karşı, sözle de olsa meşhur kınamalarımızdan tekini bile hangi gerekçelerle yapmıyoruz.
Vaktiyle, dünyanın her tarafında, katliamlara tanık olan ama kılını kıpırdatmayan yöneticilere ülkelere, Srebrenitsa katliamındaki seyirci Hollanda askerlerine mesela, Birleşmiş Milletlere yahut duyarsız yığınlara, kör sağır dilsizleri oynayan vicdan yoksunlarına karşı eleştirilerimizi eksik etmemiştik.
Şimdi niçin, aynı kanı taşıdığımız, biricik dayanağı bizler, Müslümanlar olan mazlumlara karşı yapılan zulmü, insanlık dışı muameleyi, çeşitli sebeplerle kale almıyoruz. Suskunuz. Göstermelik tepkileri dahi çok görüyoruz?
Dış İşleri Bakanımızın, çok uzak bir tarih değil, birkaç sene önceki “Çin’in güvenliğini kendi güvenliğimiz gibi görüyoruz. Gerek ülkemizde gerek bölgemizde Çin’e yönelik hiçbir olumsuz faaliyete izin vermiyoruz” sözlerini, gönül bağlarıyla nasıl izah edeceğiz meselâ.
Devlet, devletliğini kimler için, ne zaman, nasıl gösterir; yurt içinde ve dışında ne mene bir siyaset güder, anlamıyoruz.
Mazlumları da mı ikiye ayırıyoruz. Bizden olanlar, olmayanlar.
Çıkarımız, politikamız dışındakiler, şimdilik baskıya karşı çıkışa, aksülamele uygun(!)görülenler veya kapsama alanı haricinde bulunanlar.
Kullanışlı araçlar halini almış davalar, kavramlar su alıyor, hava kaçırıyor. Bir bir sönüyor.
Dili, yüreği paslı, robotlaşmış, düşüncesiz kitleler, idareler gittikçe sessizleşiyor.
Neticede özlemler, beklentiler artıyor. Eski kahramanları, liderleri, yiğit sesleri o yüzden arıyoruz belki.
Hasbî, hâlis, riyasız, gözü pek, deli, Baş’ını vermeyen; kimliğini makamından almayan, nefsi yegâne ülküsü olmayan.
Şerle mücadele eden, yı(kı)lmayan. Avazı gökleri tutmuş, kimsesizler, çaresizlerle kucaklaşan…
Ama mazlumların ses(sizliğ)i, ilenci de bir gün, şerirleri, kem nazar ve kurum’laşmış ruhları boğacak.