Kalbin ve beynin uyuşması. Kötülüğe rıza.
Şerde, suçta, karanlık bir dünyada birleşme, dayanışma, türlü derecelerde bir nevi onaylama, kahrolası bir sessizlik… Habisliğe, cürme, çirkinliğe saygı. Fenalık severlik…
Suç(lu)ları kaçırışlar. Kaç yönden sınır aşımları…
Her türlü sorumluluktan, vazifeden elini eteğini çekmiş, alabildiğine hırslı yönetimler.
Kime, neye güveneceğinizi, neye dayanacağınızı bilemediğiniz, insanın beşikten mezara kadar her çeşit iğrençliğe maruz kalabileceği, nereye baksak pislik yuvası, dünyevî cehennemleri yaşadığımız kaçınası acınası bir âlem…
Benzersiz kâbuslar…
14 Eylül, Peygamber Efendimizin (SAV), Rahmet Elçisinin dünyayı teşrif edişinin yıldönümüydü. Tebrik eder, uyanışlara, hayırlara vesile olmasını dileriz.
***
Biz hayat içre nice düş(künlük)lerle karabasanlarla iç içeyiz. Şimdi, biraz geçmişe dönüp bakacağız.
13. Yüzyıla, Sadreddin Konevî hazretlerinin bahsettiği bazı rüyalara:
“Hazreti Sadreddin pek sıkıntılı bir rüya görmüştü. Şeyhinin benzer bir rüyasını da hatırlayınca, ister istemez üzerine gam çökmüştü.
“Şeyhimiz Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin bana anlattığı rüyadır:
Şeyh, İşbiliye camiinde bir sabah uykusunda, Hz. Peygamber’i ölmüş bir halde ve mescidin duvarlarında hareketsiz kalakalmış vaziyette görmüştür. İşbiliye, Endülüs’ün bir beldesidir. Aradan seneler geçtikten sonra Şeyh, Allah ehlinin yoluna katılmış, sahip olduğu ve ilgilendiği dünyevî şeyleri terk etmiş, Allah Teâlâ da kendisine fetihler vermiştir. Bir gün, İşbiliye’li hayırlı ve faziletli bir insanla birlikte bir iş için bu caminin bir kapısından diğerine geçmesi nasip olmuştu. Şeyh, bir hamd şuuruyla, şükür bâbında, iki rekât tahiyetü’l-mescid/mescidi selâmlamak namazını kılmadan camiden girip çıkmak, böylece de camiyi yol haline getirmeyi sevmezdi. Namazı eda ettikten sonra, caminin dilediği kapısından çıkardı. Şeyhimiz şöyle devam etmiştir:
“O arkadaşımla camiye girdiğimde, kendisine:
“İki rekât namaz kılmadan camiden çıkmayı uygun görmüyorum” dedim.
Arkadaşım: “Gel şu tarafta kıl” diyerek, Hz. Peygamberi ölü ve duvarda hareketsiz bir halde asılı gördüğüm tarafı gösterdi.
Ben diretince: “Niçin namaz kılmaktan çekiniyorsun” diye sordu.
“Bir zamanlar burada Hz. Peygamberi ölü ve hareketsiz görmüştüm, orada namaz kılmaktan çekiniyorum” dedim.
Bunun üzerine arkadaşım şaşırdı ve şöyle karşılık verdi:
“Gerçeği görmüşsün, şimdi sana rüyanın sırrını anlatacağım: Burası benim evimdi. Bölgenin valisi camiyi genişletmek istedi; caminin çevresini yükseltti, camiye katmak için çevresindeki evleri satın aldı, sadece benim evim kaldı. Benimle pazarlık yaptılar, fakat istediğim parayı vermediler. Ben karşı çıkınca, rızam olmadan arzularına göre evimi aldılar. İşte, senin gördüğün şey, Hz. Peygamber değil, bu şehir ahalisine nispetle ölen şeriatıydı. Geçerli satış akdi yapılmadığı için, şeriat satım yapılmış gibi hasıraltı edilmiştir. Dolayısıyla bu yer, rızayla verilmiş bir yer değildir. Şimdi ise -şahit ol ki- hakkımı Müslümanlara helal ediyorum. Gel beraber burada kılalım.”
***
Sadreddin Konevî Hz. sabahtan beri rüyanın tesiri altındaydı. Düş boynunu sıkıyor, bir soru burgu gibi kalbini deliyordu.
“Ümmetim! Ümmetim” diyen, yaratılış ve beka sebebimiz Muhammed ül Emin’in(S.A.V.) delâlet ettiği mânâ, gösterdiği işaret dayanılmazdı.
Solunan hava kirliydi. Necis nefesler ortalığı sarmıştı. Uzun, upuzun bir “İmdat” çığlığı; çağlar içinden süzülüp geldi.
İblis’e açık sayısız yollar belirdi. Çarkların, dönme dolapların, civataların birbiriyle münasebeti; n(âletlerin) durumu hazindi.
Z(eminsiz) tekinsiz kalpte işgal sesleri işitildi; ruhlar sömürülüp kemiriliyordu. Dev bir yamyamdı dünya.
Rüyasında Hazreti peygamber kefenlenmiş bir hâlde tabuttaydı.
Modası geçmiş büyükler; “Kem âlat (kötü âletler) ile kemâlât olmaz.” buyurmuşlardı.
Bir “ÂLET” bangır bangır bağırıyordu. Her çeşit katletme onların hakkıydı. Gerekirse adını “Cihat” yazardı.
Müslüman Müslüman’ın namını, şerefini ortadan kaldırdı.
İsimler cisimler de fark etmezdi. Şer, hainlik ve şeytaniyette birleşildi.
Hamlesiz mecalsiz semeresiz fikirsiz kelimelerle, hülyalı maziye sığındı bir “aydın”.
Duygusal şiddetini, temiz akıl ve ruh kuvvetinin yerine geçiren bir mirasyedi; liderlik san(r)ıları ve (yaylım) ateşle, etrafına topladığı kuru kalabalıkla fütuhata çıktı.
Zulme, barbarlığa, adaletsizliğe “Evet, EVET, EVET” haykırışları nefesleri kesti.
Şom ideolojiler uğruna, ruh orduları kurban edildi.
İnsan sanılırdı ama aslını neslini kaybetmişti. Robottu, sayıydı, makineydi.
Bazı insanlar O’nun naşını bağlıyorlardı. Başı açıktı ve saçları neredeyse yere değecekti.
“Onlara merakla: Ne yapıyorsunuz?” diye sordum.
“O öldü, kaldırmak ve defnetmek istiyoruz” diye cevap verdiler.
Kalbime, Peygamber Efendimiz’in(sav) ölmediği duygusu düştü. İçim elvermiyordu.
“Ben Onun yüzünü, ölüye benzetemiyorum. Durum tahkike kavuşuncaya kadar sabredin” dedim.
Yüzünde hüzünlü bir ifade vardı. Ağzına ve burnuna yaklaştım. Hafif bir nefes aldığını gördüm.
Bağırarak yapmaya çalıştıkları işten onları alıkoydum.
Korku ve dehşet içinde uyandım.”
Rüyanın görüldüğü tarih, Bağdat’ın Moğollar tarafından işgal edildiği tarihti.
Hep O’nun soluğunu, İlâhi Mesajı dinlemeli, gözlemeli değil miydik? Kutlu bir mirasa ne kadar sahip çıktık ve geliştirdik?
Düşündeki Ebediyet Güneşi’nin halinin sebebi belliydi.
Cehaletin ve barbarların yüzü değişiyordu sadece. Ama ana fikir ve akımlar değişmiyordu. Moğollar, Haçlılar, en önemlisi Müslümanlar…
Müslümanların durumu içler acısıydı. Hâlbuki bu her şeyden önce bir bekâ meselesiydi.
Kirli çağların eli havaya kalktı:
“Affet bizi ey SEVGİLİ!” (Hüzeyme Yeşim Koçak, NEFHA(Şeyh Sadreddin Konevî Esintileri)
Kandilleri kutlamak gereklidir, iyidir de; sorum şu, 21. Yy. Müslümanlarına Efendimiz(SAV) rüyalarda nasıl görünürdü?