Pir Sultan Abdal’ın bir sözü var: “Ben arıyım diyorsun ama balın var mı?”
Arı ve bal ilişkisi, düşünce ve eylem arasındaki mesafeyi ortaya koyduğu gibi; sonuç üzerinde de kuşku doğuruyor.
Ortaya çıkan sıradan bir mâyi mi, ürünün kalitesi ne, acı bal mı, sahte mi. Yeterli evsafa sahip değilse, parlatılıp cilalanabilir, pahalıya satılabilir mi?
Arı mıyım, karınca mıyım, ortalama bir böcek miyim? Hep talep peşinde ve işinde miyim? Neyi seçeceğim. Zor sorular tabii.
Her yazarın çıkış, hareket noktaları kuşkusuz başkadır.
Ama neden edebiyat yaptığımın sorularını da oluşturuyor bunlar. Neden yazıyorum.
Sorunun dünya kadar cevabı var. Bir tanesi de kendim için. Başka akılları, dünyaları keşfederken kendi aklını anlamak, sınırlarını zorlamaya çalışmak.
Ulaşılan bilgiyle teçhizatla; yapmak, bozmak, kelimelerle boğuşmanın oynaşmanın zevki, yelpazeyi genişletmek, çıtayı yükseltmek.
Âdeta senden azade bir kişiliğin, işçiliğin ve öğrenciliğin açığa çıkması. Kitaplarda salınmak.
Edebiyatla yürümenin lezzeti, kalem tutmanın kıvancı, engelleri aşma tutkusu. Seslenme, dillendirme imkânının cazibesi.
Bir romancımızın ifadesiyle: “Yazarın yeni bir dünyayı meydana getirirken, edebî tecrübesinden ve çıkan sonuçtan üründen zevk alması, hem de bu yeni dünyayı başkalarına gösterebiliyor olmasıdır yazmak.”
Âdeta garip bir özlem. Tuhaf bir hasret. Nereye, ne kadar gidebileceğinizi; müstakbel kelimelerinizi, gelinlik cümlelerinizi, eserlerinizi merak etmek, görmek…
Bahçenize, edebistanınıza ekip dikeceklerinizi ve alacağınız mahsulün sırlı rayihasını teneffüs etmek. Sözcüklere üflemek.
Sonra gelenekle, köklerle, bu toprakla ve kutsalla bağlantılı kişiliğiniz.
Siz sorumlusunuz, bir takım mükellefiyetleriniz var. Sadece kendi çevrenizde dönmüyorsunuz. Millî manevî değerlere sahip bir yazar olarak; öncelikle eylemlerinizi, istikametinizi Yüce Yaratıcı’ya beğendirmek zorundasınız. Bunu atlayamazsınız.
Yazma eylemi de, bütün faaliyetleriniz gibi dipsiz bucaksız bir özgürlük ya da başıbozukluk değil. Bir açıdan ruhî bir eylem. Bu dünyada ruhunuzun da bekçisi, gözetmenisiniz.
Sadece “Yazmak” değil, tüm hayatınız aslında insanın kendine doğru bir koşusu. Arayışınız güzele, hakikate, içinizdeki cevherin neşetine…
Öyküler, denemeler, romanlar kaleme aldım. Maneviyat, toplumsal yaralar, kadın problemleri, sevgi, aşk, terör, kimlik bunalımı gibi çeşitli konulara eğildim. Modern insan ve Türkiye’nin sorunlarını işledim.
Öykü kitaplarımdan “EDEBİYATÇIysam ne OLAYIM”, bir hedefi ironi ve çarpıcılıkla anlatıyordu. Kahır değildi. Harflerin dansıyla, Edebiyatçı Olayım diye de okunuyordu.
“Edebiyat kokusu hiçbir şeye benzemez” diyen bir yazar kadın vardı orada. Edebiyatçı Olayım… Olayım. OL! O!
“MUHABBET BUYURSUN GELSİN” kitabının öyküleri, bütün hayatımıza şamil bir daveti içeriyordu. Buyursun gelsin ve yalnızca O’nun buyrukları işitilsin, emretsin ve O’nun kanunları geçsin anlamında; muhabbet makamında.
Deneme kitaplarımdan EDİBÂNE SÜZ(ÜL)ÜŞLER; yazarın hem hayattan, edebiyattan süzdüklerini anlatıyor; hem de bu mânâda kitaplar ve edebiyat dünyasındaki süzülüşünü aksettiriyordu.
ŞAPKAMIN ALTI kitabım, bir yazar şapkasını ortaya koyar nihayetinde. Şapkasını çıkartan Muharrire, yürek ve zihin emeğini paylaşır; kitabıyla okuru selâmlarken “kelimeler meydanında”. Edebiyatın sihirli ve albenili şapkasıyla da zevkli bir yolculuğa çıkarsınız, akıp giden cümleler sayfalar boyunca.
Önemli kitaplarımdandı SARILMAK. Gerçekçiliğiyle, öne çıkışı, sonuçları ve sürüp gitmesiyle hayatımın romanıydı. Yazması güçtü.
Kelimelere dökerken, kahramanlarına haksızlık ediyor muydum, kitabın hakkını verebilmiş miydim?
Bir direnişi, meşum bir hastalığı, yitik ruhları, ıstırabın kanlı terini, sancılı bir süreci aktarabiliyor muydum?.. Sanırım başardım. Bir roman yarışmasında birinci gelmesi de umarım iyi bir neticeydi.
Bizim sadece maddî değil, manevî güzellik rehberlerimiz vardı.
“Nuh’un gemisi gibi olmalıyız; öyle ki bize her yaklaşan, her dokunan istifade etsin, yardıma mazhar olsun’ diyenler.
Yeni romanım NEFHA, günümüzde bile bir “nefeslenme” imkânı veren, bu Büyük Sözcülerden birini anlatıyordu.
Kelime anlamı soluk, esinti olduğu gibi güzel koku da demek olan Nefha, büyük bir mutasavvıfa, âlime ulu bir servete Sadrettin Konevî Hazretlerine yaklaşım teşebbüsüydü.
Sadreddin Konevî ve benzerlerinin hikâyesi, insanın iç serüvenine parmak basması bakımından da ilginçti.
Akademisyenlere, konunun uzmanlarının yol gösterişlerine muhtaçtık; ama gani bir sofraya oturmak, biraz da açların saillerin ve eçhellerin işiydi.
İlk okumalarımda kendimi çocuk gibi hissettim. Hâlâ öyleyim. Muazzam bir define karşısındaki küçük bir çocuğun aczi, sağa sola koşması, şaşkınlığı, yürümeye çalışması.
Fakat cılız aklımın sınırlarını zorlasa da, kalbim bazı şeyleri anladı.
Bize bambaşka bir boyuttan ve perdeden seslenen bu müstesna şahsiyetlerden gönlüm bambaşka bir lezzet aldı. Bu lezzet olmasaydı, eser ortaya çıkmazdı.
Aşk Yolunda emeklenebilir, hecelenebilir ve yüreklenebilirdi.
Nefha’da Sadreddin Konevî Hz.ve çevresinden; başlıca gayesi dünyaya “Düşüşü, kopuşu” bir “Yükselişe” çevirmek olan nadide güzellerden bahsettim. Hocalarına, kimi talebelerine yer vermeye gayret ettim.
Bu bakımdan romanım, biraz Konevî’nin hocalarından İbni Arabî nefesiydi; biraz Evhadüddin Kirmani esintisiydi. Gönül eğitimi ve yolculuğunun işlemesiydi.
Herhalde; 13. Yüzyıldan, muhabbetli çağlardan, Konya’dan, Mekke’den Medine’den, Şam’dan, Endülüs’ten günümüze uzanan huzur nefesleri, aşk köprüleriydi.
Yine günümüze yönelik, İlahî aslını arayanların, ruhî gelişim hikâyeleriydi.
Dinin şekli ve surette kalan kısmıyla değil, o inancın daha derinliklerine inerek dünyayı sadece zahiri perdeden değil batini perdeden ele alarak yeni bir bakış açısı geliştirebilirdik.
Esas pislik batındaydı. İnsanın kalbinde her gün mevcudiyetini gösteren nice mahlûk, bir hayvanat bahçesi vardı. Ama aşk damlaları, bütün necaseti, çeri çöpü, kazuratı süpürüyordu, yıkayıp götürüyordu.
Yeryüzündeki hayatsa; umumî bir arınma, bakım, saflaşma, kısaca “insanlaşma” çabalarından ibaretti.
Bu müstesna şahsiyetler, sevgi temelli evrensel mesajlarıyla; bizi bir tefekkür, muhasebe ve yüzleşmeye; şahsî tarihle hikâyemizi de özeleştiri ve arınmaya tâbi tutmaya; bir güzelleştirme faaliyetine de davet ediyordu asırlar ötesinden.
Mükemmele uzanan bir yaşama sanatına, bir dünya inşası ve yapılandırmaya…
Arı’lığa, duruluğa, bal özlü bir hayata.
Kalemi ve ruhu hepten bala daldırmaya…”
(10 Mart Cuma günü, Selçuk Üniversitesi Sanatseverler Topluluğu’nun konuğuyduk. SDKM’ de Perihan Akçay, Melahat Ürkmez, Fatma Şeref Polat, Sahura Yağmur Arıcan ve bendeniz “Kadının Kaleminden” söyleşi programında, hoş bir ortamda konuştuk.
Duygu ve düşüncelerimizi, tecrübelerimizi aktardık. Kalem hayatını, yazı(n) serüvenimizi anlattık. Programın mimarı Şakir Tunçay Uyaroğlu Beyefendiye, Sanatseverler Topluluğuna ve bütün emeği geçenlere müteşekkiriz.
İş bu yazı, programda yaptığım konuşmadan bir bölümü içermektedir)