Ölümün, kaybedilen, sevilen kişilerin ardından yazmak zorlaşıyor. Ülkemizin çetin günlerden geçtiği bugünlerde, kalem daha da ağırlaşıyor. Belki kişi yorgun ve olduğundan daha yaş(s)lı hâle geliyor.
Pakistanlı bir edebiyatçıyı, büyük bir Türk dostunu, “Benim gözüm Türk edebiyatının hepsini tercüme edemedim diye arkada kalmıştır” diyecek kadar zengin bir şahsiyeti, 27 Mart Cuma günü uhrevî âleme yolcu ettik. Gazeteci, Yazar, Mütercim Albay Masud Akhtar Shaikh’i (1928-2020).
1963 yılından beri Türk Edebiyatıyla ilgilenen; “Lies, Lies and more Lies, (Yalan Yalan Vallahi Yalan)” isimli, Türk tezini destekleyen, Ermeni soykırımının yalan olduğunu ifade ederek İngilizce bir kitap yazan, aleyhimizde her zaman yoğun faaliyetlerin olduğu bir dönemde, Türkiye hakkında müspet çalışmalarıyla gönlü dolduran, aydınlık kişi.
Şimdi nice hatıralar üşüşüyor zihnime. Mesut(lu) Günlerdi…
İlk yazdığım öykülerden birini, Hayriye’nin Düğünü’nü, bir yabancının beğenisiyle, okura sunulmuş bir seçkide görmek, rağbet; tarifi imkânsız saadetlerdendi.
2012 senesinde, Konya Kitap Günleri’nde, TYB Konya Şubesi’nin tertiplediği, “Yazma Hikâyeleri” isimli imza günü ve söyleşime, Mesut Ahtar Şeyh’in de yetişmesi ve ortak bir program yapmamız; onun da kitaplarını, yazılış hikâyelerini anlatması, az bulunur lezzetlerdendi.
Bizim de bazı katkılarımızın olduğu, Mesut Babanın 24. kitabı Modern Pakistan Edebiyatı, ilk Türkçe eseriydi. Pek az tanıdığımız Pakistan Edebiyatı’nın önde gelen şair ve hikâyecilerinin ürünlerinin dilimize çevrildiği kitaptı.
Sunuş yazısı, bendenize aitti:
“Onunla ilk karşılaşmamızda, sadece yolların değil, hissî mesafelerin de ortadan kalktığını gördük.
Sıcaklığıyla, zarafetiyle doğrudan kalbe dokunan bir hâl ehli.
Kelimelerin çok ötesinde, ikinci bir lisanı da konuşturan, aktaran… kendi duygu ve düşünceleri, özel dünyasının verileri ve ölçülerini; ön kabullerini dayatmaktan ziyade; muhatabını tanımaya, anlamlandırmaya çalışarak; ‘gönül dilini’ devreye sokan ve nefsini kalbiyle çevreleyen bir kâmil kişi…
…Aziz Nesin’den Necip Fazıl’ın eserlerine; şiir, roman, hikâyeye dek uzanan geniş yelpazedeki bir mütercimlikten tutunuz da; değişik kesimlerden, mesela Hüseyin Kıvrıkoğlu’yla olan arkadaşlığına; ‘Dostluk’ yolunda Ziya ül Hakk’ın tercümanlığını yapmasına varan… Türkçeyi tüm çocuklarına öğretecek kadar Türklük sevdasıyla kıvranması; tercümelerinin edebî değerine, yetkin bir gazeteci olmasına; sert bir meslek olarak görülen askerlikle, edebiyat sevgisini ve yönelimini çok iyi pekiştirmesine kadar öne çıkan nice özelliğine ve mükemmel karakterine tanıklık edecekler bulunuyor….
Nice değerli kitabı edebiyat-sanat âlemine kazandıran, kültürler arası köprü kuran Masud Akhtar Shaikh’e, bu asîl katkıları için en kalbî şükranlarımı sunuyorum” diyerek bitirmiştim ‘Bir Sevgi Bestesi’ isimli yazımı.(Modern Pakistan Edebiyatı’ndan)
Anı sağanağı…
Ziyaretler, ziyafetler, kalp tanıklıkları, ikramları…
“Konya’ya niye gidiyorsun?” diye soranlara, “Yedinci kızımı ziyarete gidiyorum” sevecenliği…
Ancak.. bazen tüm bu emsalsiz duygu ve atmosfere eşlik eden, yüreğimize yayılan bir korku: Sevdiklerini yitirme endişesi.
Araya giren zaman, çeşitli meşguliyetler…
Derken, yolda yürürken ansızın çalan, şaşırtıcı, olağanüstü bir telefon; 2015 senesiydi sanırım. Tanımadığım bir numara ve erkek sesi.
“Mesut Bey’in oğlu Tarık” diye tanıtıyor kendini. İstanbul’daymış, yurt dışına gitmek üzereymiş. Mesud Baba bilhassa tembih etmiş, bizi araması ve selamlarını iletmesi için. İnceliğe bakar mısınız?
Zaman ilerledi. Kitaplarımız peşpeşe yayınlandı. Bir daha yüz yüze görüşmek nasip olmadı.
Onun son eseri, hayatının bir özetiydi. MEMOIRS OF A LIFETIME. Masud Akhtar Shaikh'in Yaşam Boyu Anılar kitabı.
Sonra, bütün fanileri bekleyen, kaçınılmaz veda ve göç zamanı geldi. 27 Mart’tı, Korona Günleriydi.
…
Artık susuyorum. Edebiyat buyursun gelsin. Kahramanım Hayriye konuşacak şimdi:
“Fakat.. Sevgili Albay Masud Akhtar Shaikh gelemedi. Kar, yolları örttü. Ama muhabbet izlerini örtemedi. Onu ancak basından takip edebildik. Ve kırık dökük telefon konuşmalarından; yarım kalmış hayal parçalarından; dost, güler yüzlü mesajlarından.
İnsanların ve kitapların olduğu gibi, galiba hikâyelerin de bir kaderi var.
“Hayriye”, yirmili yaşlarda yazdığım bir hikâyenin kahramanıydı.
Geçen onca seneden sonra, “Türkiye’nin En Güzel Hikâyeleri” isimli; Masud Akhtar Shaıkh tarafından Pakistan’da Urduca yayınlanan bir antolojide, Necip Fazıl, Tarık Buğra, Mustafa Miyasoğlu, Rasim Özdenören gibi güzide yazarlarla birlikte yer almak, bana hayatımın en büyük sürprizini ve onurunu yaşattı. “Hayriye’nin Düğünü” bir anlamda yazarını da, bir sanat düğünü havasıyla kuşattı.
O sıralar tanıştığımız, Mustafa Miyasoğlu’na hikâyelerimi değerlendirmesi için göndermese idik ve ayni hikâyeyle Mustafa Hoca, antolojide karşılaşmasaydı; muhtemelen hayatımızı her şeyden habersiz sürdürüp gidecektik.
Mesut Bey’le sanatın sınırları aşan yolculuğunu, dostluğun kalpler arası inanılmaz buluşmasını, seçilmişliğin hazzını, bir hikâyenin mutlu serüvenini ve müşterek öykümüzün her bölümünde İlâhî bir El’in işaretlerini izledik.
Hayriye ki yaşlı, mutsuz, aradığı aşkı bulamamış, çilekeş, kanserli bir kızcağızdı. Ben doktoruna âşık olduğunu sanırdım... Yanılmışım. Meğer gönlü bir Pakistanlıdaymış.
Ölmemiş de... Sapsağlam, dipdiri, yavuklusunun kolunda dünyayı dolaşır dururmuş.” (Hüzeyme Yeşim Koçak, Edibâne Süz(ül)üşler)