“Yaşamımda ilk kez kalabalık korkusunun ne demek olduğunu iliklerime kadar hissedip tattım. Deniz korkusu gibi bir şeydi bu. O yoksul ve perişan kalabalık, birbirini kesen sokaklar, birbirine binen ara yollar, kavşaklar ve dalgalar beni her an yutmak için ufak bir fırsatı bekliyordu.” diyor Jack London bir kitabında. (Uçurum İnsanları, Engin Yayıncılık)
Ali Ural, “kalabalığın dişlerinden” söz eder. Öğütülüp, sindirilmekten, vahşetten. “Korkunçtur kalabalığın dişleri çıktığında. Kâh yağma uçurumlarından seslenir, kâh linç. Bir kez kalabalık olmasın insan. Eli, ayağı, gözü diş kesilir. Arkasına düşecekken aklın, akıllara ziyan verir arkasına düşürüp. Solon’a, “Her biriniz bir tilkinin izinden yürürsünüz, ama bir araya geldiniz mi kafanız çalışmaz,” dedirtir. Olympia’dan dönen Diyojen’e “Kalabalık var mıydı?” sorusu sordurup, “Kalabalık çoktu ama insan azdı cevabını verdirtir.” (Ejderha ve Kelebek, Şule yayınları)
…
Dünyada, bizi endişelendiren, ürküten şeylerin; sadece çağdaş ölçüye göre “şekilsiz”, çapaçul yoksul gürûh, yani insan sayıları olması gerekmiyor.
Eşyanın, rakamların, küsuratın, gölgelerin, hayal(et)lerin, sahteliklerin ve azmanlaşmış, çeri çöpü de bünyesine toplamış bir bilginin, ideolojik zorbalığın, şerrî inşaların, kalbi muhasara altına almaya azmetmiş, art niyetli bir ortamın kalabalığıyla da karşı karşıyayız. Hem de belki her zamankinden daha fazla.
Üstelik fakirliğin rengi kendini pek ziyade belli etmesine rağmen; bizi teslim alan, en büyük mahrumiyetimizi oluşturan, gönül sesini bastırmış bir “iç yoksulluğunun” farkına varmıyoruz.
Genel mânâda malûmatımızı çoğaltmamıza rağmen, derûnumuzu kuşatacak kâmil bir bilgiden de habersiz gözüküyoruz.
Ve “seçmecesiz” peşinden koştuğumuz, üstün körü yığdığımız bilgi, bizi daha fazla “noksan, eksikli” kılabiliyor.
Bazen “çokluk” öylesine yayılıyor, yolumuzu kesiyor ki, önümüzü göremiyoruz bile. Kalabalıklığın karışıklığı, insicamsızlığa, kaosa, âhenksizliğe sebebiyet veriyor.
“Kesret” ferdî zamanlarımızı çalıyor. Korkutması gereken bizi korkutmuyor. Uykumuzdan kimse uyandırmıyor, ayıltmıyor. İç(i) geçkinliğimiz, gafilliğimiz de kalabalık.. ayıklanamıyor.
…
Sayılar bizi tehdit ediyor. Yüreğimizdeki düşman tekdir hâlbuki. Dışarıdaki düşman(lık)sa yoğundur. Onların topluluğu, insaniyetimizdeki düşüş bizi korkutmaz.
Bilcümle kalabalık bizi içine alır. Her çeşit düşünce, geçmiş tasallutu, günlük endişeler, gelecek kaygısı, tûl u emeller, anlamdan mahrum bir iç-dış dünya pençesine düşürür, ağlaşır örümceklenip kalır, gittikçe artarak kıvrandırır.
Bizi asıl yutacak olan bu yekûndur. Kımıldayamaz olur, nefessiz kalırız; gözlerimizdeki fer, kalbimizdeki kuvvet gider, âdeta hastalanırız.
Maveraya çağıran, İlâhi bir daveti, “içimizdeki iyi insanı” hissetmez, gene de kalabalıkları imdada çağırırız. Kapan(a) teslim oluruz.
Yeni gündemler, tasarılar, aslında perişan ama bambaşka güçler vehmettiğimiz görüntüler, sallantılı imajlar, “esastan” ayıran ayrıntılar, hakikî hayatımıza hiçbir faydası dokunmayacak, ihtiyacımız dışı bin bir uzun-kısa hedef, kuyruğa girmiş nafile hevesler, peşpeşe dizilir; hatta toprağın dibine doğru bir merdiven meydana getirir.
İnsan sayıları değildir ürkütücü olan…
“İnsaniyetten uzaklaşmış, kalbini inançsızlığa kurban etmiş, “Hakk’sız” bir isyana adanmış “sayıların”; otomatlaşmış, giderek rakamlara tahvil olmuş, kafasını ruhunu koparıp atmış yığınların artmasıdır.
Sayılar kabarıklaşır, üst(ün)e çıkar semaya dahi kafa tutar. Rakamlar kalabalıklaşır; aşka, güzelliğe, erdeme galebe çalar.
Sayıların girişkenliği ve dövüşkenliği ruhumuzu sıkıştırır ve hesaba çeker. “Numaralar” , insanlık ayıbı, yüz karası savaşlara canla başla hizmet eder.
Adalet, ahlâk gibi kavramların temsiliyeti, sulhun dünyadaki nispeti, sayıların tedhişi, âlemin tepetaklak gidişi, beşeriyetin inişi bizi ilgilendirmez.
Yalnızlığımızı dünyevî kalabalıklarla örtbas etmeye çalışırız. Aslında parçalanırız. Sayılar.. bir nevî bölünmüşlüklerdir…
TekBİR’e dönüp toplanmadıktan “bütünleşmedikten” sonra; boğuntularımıza, başımıza tebelleş olmuş korkularımıza, altında ezildiğimiz amansız yalnızlığımıza çare yoktur oysa.
İmam Şafii aşk ateşiyle; bir başka perdeden bakar kalabalıklara, yalnızlıklara. Ve hayatî bir meseleyi atar ortaya:
“Ah kalmadı insanlarda bir şey
Düzenbazlık ve riyâkarlıktan başka.
Dokunulduğunda dikendirler,
Tadıldığında zehir.
Onlara karışmak zorunda isen
Yansın dikenleri
Ateş ol ki sen” (A. Ali Ural; Ejderha ve Kelebek)
Ali Ural, “kalabalığın dişlerinden” söz eder. Öğütülüp, sindirilmekten, vahşetten. “Korkunçtur kalabalığın dişleri çıktığında. Kâh yağma uçurumlarından seslenir, kâh linç. Bir kez kalabalık olmasın insan. Eli, ayağı, gözü diş kesilir. Arkasına düşecekken aklın, akıllara ziyan verir arkasına düşürüp. Solon’a, “Her biriniz bir tilkinin izinden yürürsünüz, ama bir araya geldiniz mi kafanız çalışmaz,” dedirtir. Olympia’dan dönen Diyojen’e “Kalabalık var mıydı?” sorusu sordurup, “Kalabalık çoktu ama insan azdı cevabını verdirtir.” (Ejderha ve Kelebek, Şule yayınları)
…
Dünyada, bizi endişelendiren, ürküten şeylerin; sadece çağdaş ölçüye göre “şekilsiz”, çapaçul yoksul gürûh, yani insan sayıları olması gerekmiyor.
Eşyanın, rakamların, küsuratın, gölgelerin, hayal(et)lerin, sahteliklerin ve azmanlaşmış, çeri çöpü de bünyesine toplamış bir bilginin, ideolojik zorbalığın, şerrî inşaların, kalbi muhasara altına almaya azmetmiş, art niyetli bir ortamın kalabalığıyla da karşı karşıyayız. Hem de belki her zamankinden daha fazla.
Üstelik fakirliğin rengi kendini pek ziyade belli etmesine rağmen; bizi teslim alan, en büyük mahrumiyetimizi oluşturan, gönül sesini bastırmış bir “iç yoksulluğunun” farkına varmıyoruz.
Genel mânâda malûmatımızı çoğaltmamıza rağmen, derûnumuzu kuşatacak kâmil bir bilgiden de habersiz gözüküyoruz.
Ve “seçmecesiz” peşinden koştuğumuz, üstün körü yığdığımız bilgi, bizi daha fazla “noksan, eksikli” kılabiliyor.
Bazen “çokluk” öylesine yayılıyor, yolumuzu kesiyor ki, önümüzü göremiyoruz bile. Kalabalıklığın karışıklığı, insicamsızlığa, kaosa, âhenksizliğe sebebiyet veriyor.
“Kesret” ferdî zamanlarımızı çalıyor. Korkutması gereken bizi korkutmuyor. Uykumuzdan kimse uyandırmıyor, ayıltmıyor. İç(i) geçkinliğimiz, gafilliğimiz de kalabalık.. ayıklanamıyor.
…
Sayılar bizi tehdit ediyor. Yüreğimizdeki düşman tekdir hâlbuki. Dışarıdaki düşman(lık)sa yoğundur. Onların topluluğu, insaniyetimizdeki düşüş bizi korkutmaz.
Bilcümle kalabalık bizi içine alır. Her çeşit düşünce, geçmiş tasallutu, günlük endişeler, gelecek kaygısı, tûl u emeller, anlamdan mahrum bir iç-dış dünya pençesine düşürür, ağlaşır örümceklenip kalır, gittikçe artarak kıvrandırır.
Bizi asıl yutacak olan bu yekûndur. Kımıldayamaz olur, nefessiz kalırız; gözlerimizdeki fer, kalbimizdeki kuvvet gider, âdeta hastalanırız.
Maveraya çağıran, İlâhi bir daveti, “içimizdeki iyi insanı” hissetmez, gene de kalabalıkları imdada çağırırız. Kapan(a) teslim oluruz.
Yeni gündemler, tasarılar, aslında perişan ama bambaşka güçler vehmettiğimiz görüntüler, sallantılı imajlar, “esastan” ayıran ayrıntılar, hakikî hayatımıza hiçbir faydası dokunmayacak, ihtiyacımız dışı bin bir uzun-kısa hedef, kuyruğa girmiş nafile hevesler, peşpeşe dizilir; hatta toprağın dibine doğru bir merdiven meydana getirir.
İnsan sayıları değildir ürkütücü olan…
“İnsaniyetten uzaklaşmış, kalbini inançsızlığa kurban etmiş, “Hakk’sız” bir isyana adanmış “sayıların”; otomatlaşmış, giderek rakamlara tahvil olmuş, kafasını ruhunu koparıp atmış yığınların artmasıdır.
Sayılar kabarıklaşır, üst(ün)e çıkar semaya dahi kafa tutar. Rakamlar kalabalıklaşır; aşka, güzelliğe, erdeme galebe çalar.
Sayıların girişkenliği ve dövüşkenliği ruhumuzu sıkıştırır ve hesaba çeker. “Numaralar” , insanlık ayıbı, yüz karası savaşlara canla başla hizmet eder.
Adalet, ahlâk gibi kavramların temsiliyeti, sulhun dünyadaki nispeti, sayıların tedhişi, âlemin tepetaklak gidişi, beşeriyetin inişi bizi ilgilendirmez.
Yalnızlığımızı dünyevî kalabalıklarla örtbas etmeye çalışırız. Aslında parçalanırız. Sayılar.. bir nevî bölünmüşlüklerdir…
TekBİR’e dönüp toplanmadıktan “bütünleşmedikten” sonra; boğuntularımıza, başımıza tebelleş olmuş korkularımıza, altında ezildiğimiz amansız yalnızlığımıza çare yoktur oysa.
İmam Şafii aşk ateşiyle; bir başka perdeden bakar kalabalıklara, yalnızlıklara. Ve hayatî bir meseleyi atar ortaya:
“Ah kalmadı insanlarda bir şey
Düzenbazlık ve riyâkarlıktan başka.
Dokunulduğunda dikendirler,
Tadıldığında zehir.
Onlara karışmak zorunda isen
Yansın dikenleri
Ateş ol ki sen” (A. Ali Ural; Ejderha ve Kelebek)