Ayrı ayrı süt kovalarının içine hasbelkader düşüp de, o andan itibaren birbirlerinden çok farklı tutumlar sergileyen iki farenin hikayesini bilir misiniz?
Malum, fareler küçük; ağzına kadar süt dolu olan kovalar büyük... Kahramanlarımızdan birisi, kovanın içine düştüğü an, sonunun geldiğini anlamış ve bilmiş. Öyle düşünmüş çünkü. Keşke bir balık olsaymış da, yüzebilseymiş! Gerçi balıklar sütün içinde yaşayabilirler miymiş?
Hayatının son anlarında olan ve bunu bilen bir varlık, bir fare olsa da, herhalde bunları düşünmek yerine daha anlamlı bir şey yapardı ya, bu zavallı fare de ne yaptı bilmiyoruz şimdi tam olarak. Muhtemelen fare cennetine gitmek için dua etti, ölüme teslim olduğu o son anlarında. Teslimiyet ve acizlik, bir farenin bedenine bürünseydi nasıl görünürdüyse, işte tam da öyle görünüyordu faremiz, o anlarda. Nitekim bir mucize de olmadı ve bir süre sonra, kovanın içinde sütten başka bir fare ölüsü de vardı artık…
Gelelim hikayenin diğer kahramanına; öteki fareye… Kahraman sıfatının gerçekten yakıştığı, gözü pek hayvana… Süt dolu kovanın içine düşüğü andan itibaren asla pes etmeyen, yılmayan ve vazgeçmeyen farenin akıbetini anlatalım şimdi de.
Gerçi en başta bir ümitsizliğe düşmüş müdür, bilemem ama öyle olduysa bile kendini hemencecik toparlamış bu faremiz, belli ki. Belki de buz gibi soğuk olan süt, onu titretip kendine getirmiştir. Diyeceğim o ki, ölümü kabullenmeyi bir an bile aklına sokmamış, yeis onu en başlarda yoklasa da! Ayakları sürekli hareket; minik bedeni devamlı bir devinim halindeymiş kovaya düştüğü andan itibaren. Boğulmaya ve ölüme teslim olmak var mıymış öyle? Çırpınmış, çırpınmış… Birisi gelip onu mu kurtaracak, ya da, ayakları sütün içindeyken hangi zemine basıp da zıplayıp atlayabilecek dışarıya, sanki? Bunları düşünerek harcayacağı zamanı ve kuvveti, sadece çırpınmaya harcıyormuş, yarı iradi, yarı bilinçsiz bir şekilde. Bizim fare, deli gibi çırpınıyormuş, yani. Mantıksızca ama sezgisel bir halde, bir kova sütün içinde fırtınalar kopartmış adeta. Dedik ya, çok ama çok çırpınmış. Dışarıdan bir gören olsa, bu hale acır mıydı yoksa güler miydi, bilmem. İkisini de yapıp, komik ve zavallı bulurlardı herhalde bizimkini. Yazık!
Az önce ilk fare için ‘bir mucize olmadı’ demiştik. Bu fare için de bir mucize olmamış zaten. Bakın ne olmuş…
Sürekli çırpılan süt ne olursa, o olmuş. Kaymak olmuş! Süt, kaymak tutmuş! Bizimkinin artık üzerine basıp da, dışarıya atlayabileceği bir zemini oluşmuş, yani. Bedelin ödülü gibi, ekinin hasatı gibi, çalışmanın meyvesi ve zahmetin rahmeti gibi… Kahraman faremiz kurtulmuş ve bu hikayesini torunlarına anlatmış daha sonra. Haklı bir gururla anlatıp verdiği bir hayat dersinin bizatihi yiğit kahramanıymış artık.
Kader gayrete aşıkmış zaten… Hiç duymadınız mı?