“Herkesin bildiği hac, şeriat haccıdır. Tarikat haccı enfüste (iç âlemde) hâne sâhibine ermektir. Bu da kendini bilmekle olur. Orada sefer zâhirî, burada bâtınidir; orada karada, burada denizler kat edilir. Hakîkat haccı ise doğrudan Hakk’a vuslattır. Bu haccın da kendine özgü menâsiki ve menzilleri vardır.” (Cemâlnur Sargut, KÂBE’nin hakikati)
Bazı yolların kalbimizde derin izleri vardır.
…
VATAN*
“Bir ihtişam ve yükseklik duygusu…
Eksiksiz çiğliğine hamlığına mukabil, bütün “rağmen’leri, inkârları, ufuneti” silen bir “dokunulmazlık, yücelik” hissiyatıdır Münib’i kuşatan.
Anlamlandıramadığı, adını koymadığı bir cazibenin koynunda. Daha evvel hiç tatmadığı bir muhabbet demlenmesi. Aidiyet; ebediyet, uluhîyet sesi…
Unuttuğu, çok eskiden bildiği bir iklimin; boyutlardan, insanî ölçülerden kopmuş; erişilmez zannedilen ama gönlüne lâhutî bir basıncı düşüren, sanki varlığında gizlenmiş bir gözü bütün revnakıyla haşmetiyle kamaştıran, Kâinatın ve ötesinin derinliklerinde bir “iç ülkenin” özgür hitabını, biricik “saadetli” cihanşümul hakikatini hatırlatan.
Aksamalara, dağdağaya, kendini beğenmiş kalbinin “mevcuda” karşı çoğalttığı ritim bozukluğuna, kızgın çalımlı hayat, yalım ateşlerine karşın yine de duyuyor.
O kadar duyuyor, yakıcı bir hasretle kaplanıyor ki yüreği; içine yazılanlara dair benzer bir ses, renk, hatta fuzuli bir nefes hissetse, sabuklamış düşler görse dahi her şeyi bir yana koyup, tepeleyecek; dünya yıkılıp yeniden çatılana dek “muradının/ hayalinin” peşinden aymazca yılmazca gidecek, izleyip eriyip akıverecek.
Gezer dolaşır, ibadet ederken bağrından çıktığı, beslendiği tarifsiz güzellikte, kutlu bir ocağın, hakikî ülkesinin neresi olduğuyla ilgili o keskin sezgiyi; ardından âlemin yekpare kalbinden hep aynı dil-nüvaz terennümleri yakalıyor.
Ve sevilmişlik… Doğasında, canlısı cansızında özden sızan, damlayan ballı bir dostluk ve âşinalık; pervane tabiatı, engin bir âşıklık istidadı...
Envai çeşit sevme hazzı.. (Ben senden, Rab senden razı)…Mekânın imtiyazı, Sevgili’nin nazı, zamanın niyazı.
Geniş insan yelpazesinde, ufkunda, sarıldığı “Huzur’a durmuş bahtiyar asırların mesut has kulları.”
Üstelik cansızda bile aşk ihtizazı. İçtiği “mukaddes suyla” iç meraretini de alan, bir sevda harareti ve tadı.
O yüzden beter susuyor kuruyor.
Özge bir “güneş şemsiyesinde” biraz serinlemek, kavrulma keyfi için “Kara Peçeli Güzel’in” eteklerine koşuyor.
Örtü üstüne örtü, perde içinde perde. Yapışıyor, asılıyor, kararıyor, kaldırılması için yakarıyor…
Ve sonra, diğer taliplerle beraber çevresinde ümitle haşyetle saffetle dönüyor.
“Bismillahi Allahü Ekber!”
…
Yol üzerinde, beyaz sakallı, kirli ince bir bezin saz bedenini örttüğü, hurma gözlü bir ihtiyar… Hiç bu kadar şirinini görmemişti. Utanmasa boynuna atılacak.
Gülüp duruyor. Sarı renklerinin parlaklığıyla dikkatini çeken, albenili keklerin sergilendiği mütevazı bir tezgâhın yanında durmuş. Satıcısı olduğunu düşünüyor Münib(e).
Hemen oracıkta tatmak istiyor, belki öyle bir andır ki bir mânânın lezzeti de üflenmiş ve sinmiştir; bütün lezzet “nüve”, mayalanmış hamura birikip gizlenmiştir. Yahut has bir hayatın kabarık mayası içindedir.
“Günün/asrın gafilidir”, hiç değilse onu yitirmemelidir “müzmin sail”.
Beklemeksizin soruyor: “Kaç riyaldir?”
Adam tekrarlıyor: “Kaç riyaldir?
Münib(e), yine kekleri gösteriyor. İhtiyar gülümsemesi hep dudaklarında tekrarlıyor: “Kaç riyal? Kaç? Riyal?”
Şaşırıp bir an “duruyor”.
Önce karmaşık şekillerle “süslü”, mağmum, kısık ve sırça bir “gökyüzünden” bakıyor(du); sonra.. riyaller, bilumum “yeryüzü artıkları” küçülmüş önemsizleşmiş, elden avuçtan kaçıyor(du). Fark etti ki “açılıyordu.”
“Geçiyor”.
Etrafına bakınıyor. Derken arka plândaki, derme çatma lokanta gözüne ilişiyor.
Anlıyor… İhtiyar başka lîsandan konuşuyor. Üzerine hiçbir dünya gölgesi düşmemiş, ışıklı, gölgeciği bile olmayan bir adam.
Varlıksız, nispetsiz, kişi(liksiz), dişsiz. Münib’in/ Münibe’nin, taa içine doğru bütün ruhuyla, “güzelliğiyle” gülüyor.
Derûnunda bir his. Onun “gölgesi” olmak isteyen; duyguların kesafetiyle şiddetlenen, alıp aklını ziyankârca çekip giden.
Fakat “Gölge adam” kayıplarda. “Aslî yurdun” dolaylarında.
İçi yanıyor ama gülüşünün tozu, Münib’in yüreğine kadar değiyor; kalp secde ederken cilvelenip neşeleniyor.
Elindeki kekin kokusunu keyifle içine çekiyor. Yol uzun...
Kadın / Erkek, toprağına “gerçek vatanına” doğru yola koyuluyor.”
*Yazarın Hicaz Yaprakları kitabından.