Genişleyip derinleşen, hummalı, sermedi bir lezzet hissetti. Her şey ona atıf, ondan bir izdi.
Aşk hem tüm dengelerini oynatan, hem de yerini kararını bulduran bir kuvvetti ve bu dalgalanmaya, teşevvüşe şiddetle ihtiyaç göstermekteydi.
Ufka doğru yürüyordu. Sonra nedense durdu. Bir an cesaretlendi. Yakına gitse miydi? Bakamadı. Ya O değilse? Vehimse?
Mesafesini bozmayarak yer değiştirdi. Bu defa profilden seyrediyordu. Her noktasında ayrı bir özen çekicilik. Fakat renkleri ve yüzünü gönlünce seçemiyordu. Çizgiler birbirinin içine, hayır kendi içine işliyordu.
Hayal değildi. Kalabalık içinde dalgalanır gibi görünen vücudu, bir erkeğe göre oldukça zarif hareketleri. Hep bir ateş, kalkışma isteği veren cismi, gözleri…
İçinde fışkırmaya hazır bir od yekûnu. En küçük bir harekette, uyarıcıda, akıl almaz bir çağrışım veya… Uyanıverecek ve sonra çıkacak, yakacak, çarpacak; dönüp dolaşıp, kafayı bulup gene onda toplanacak serseri bir güç…
Bazen başka insanlar devreye giriyordu. Tümünü öfkeli bakışlarıyla bir köşeye atıyor, kalabalıkları yarmak istiyor, sonra çakılıp kalıyordu. Ruhun çılgın akma arzusuyla, ayakların yerde sabitlenişi, atılış ve mıhlanış duygusu hatırı sayılır bir ıstıraba dönüşüyordu.
Bir adım belki. Yok, yapamazdı. Yokluğuna dayanamazdı. Gayrı isimlere tahammül edemezdi.
Vücudu devasa bir hançere gibi, boğuk boğuk bağırıyordu. Ancak kimse işitmiyordu.
Eteğine yapışsa. “Aradığım sensin” dese. Elini öpüp koklasa. Yakına gelse miydi? Bakamadı. Ya O değilse? Vehimse…
O değildir. Kim bilir kimdir. Gitse, bilirdir. Ama dikilmiştir. Netice.. müşkül iştir. İşkillidir. Sevda zor iştir. Sınanmaya kim gelir? Kesilmiştir. Bitiktir, yitiktir.
…
“Birkaç gün beni huzurundan kovmuşsa da,/ Benim gözüm Onun güzel ve mübarek cemalinde kalmıştır./ Öyle latif bir yüzden, böyle bir kahır şaşılacak şeydir./(…)Benim secde etmeyişim, farz edelim ki hasettendir./ O haset inkârdan değil, aşktan ileri gelmiştir./(..)O mukadder oyunu ben oynadım./ Onu yapmakla da kendimi belaya uğrattım./ Uğradığım belâda da onun lezzetlerini tatmaktayım./ Oyunda O’nun mağlubu, O’nun mağlubu, O’nun mağlubuyum..” diye “Melun’u” konuşturmuştu muhteşem eserinde.
İnanılmaz şeydi. Kendinin gibi baskılanmış, düpdüzgün(!) kişilerin havsalasının almadığı, dillere destan sevdasıyla; şeytanı bile Hakk âşığı şeklinde tasavvur etmişti.
Kutlu bir esintiyle hafifledi. Haline cürümüne bakmaz, neredeyse sevecekti ol lâini…
Okudukça, eserleriyle haşır neşir oldukça, bir sevgi kesafetiyle değiştiğini; düşmanlıkların, gazap, haset, hırs gibi bencil duyguların azaldığını görüyordu.
Başının altında bir serinlik hissetti; yastık ıslak gibiydi. Gözlerini ovuşturdu. Bir daha, bir daha baktı. Hayır, orada kimsecikler yoktu. Rüya Devrindeydi.
Düşünde; azîzin “İnci Celaleddin” olduğu işaret ediliyordu. Belki de değildi. O kimdi ki, güzide bir Allah sevgilisini görme şerefine erişecekti.
Fakat olumsuzluk içeren düşüncesi, fevkalâde rahatsız ediciydi. Hayır, bilinçaltından kaynaklanmıyordu. Oyun değildi. Kendi var edemezdi.
Bu her zerresinde akıp, coşup giden, yeri göğü oynatan kafadan kontak, mavera yadigârı şahane sevinci, eşyaya değip geçen ve onlardan da yükselip, sırrî bir özle birleşen bitimsiz dipsiz enerjiyi.
Bütün ruhunu dikelten cazibe; kendi el yapımı, katkısı olamazdı. Zannınca Bay İblis’in de parmağı yoktu.
Şeytan da kimdi yahu! Şimdi, süratle atına atlamış, kılıcıyla şer ordularını hızla yarıyor, ifrit kellerine pala çalıyor, kesiyor biçiyordu. Zamandan mekândan atlıyor, zıplıyor; akla ziyan yerlerde çiçek desteliyordu.
Bir türlü uzaklaştıramadığı bir ses, kanaatini perçinliyor, durmaksızın aynı düşünceyi yineliyor; tek cihete, zamanları aguşuna alan bir mânâ yuvasına dikkati çekiyordu.
Tuhaf şarkılar, ilâhiler, tamamlanmamış âyetler, yanık kaynaşık sevgi sözcükleri sarmaş dolaş birbirine geçiyordu.
Bir sarmaşık boy atıyor, semazen olmuş bir Kâinat başını döndürüyordu. Çevre de dönüyor, tutuşuyor gibi geliyordu… Belki en ziyade gönlü mevcudiyetini duyuruyor, açılıp saçılıyordu.
O an, onuncu katın penceresinden atlasa ölmezdi biliyordu. Deniz üstünde yürüyebilir; semaya merdivenle çıkabilir; uzun upuzun kollarıyla evrene, bir teklifsizlik senli benlikle bütün yücelere, emsalsiz zirvelere t(aşkın) meczup.. fittirufizzuk sarılabilirdi.
Seviyorum. Seviyorum. Allah’ı(m) seviyorum... Ve O’ da beni seviyor.
Yani o kadar emindi ki, yemin bile edebilirdi. Vallahi de billahi! İnanmazlarsa sıkıysa, Hazrete gitsinler, sual etsinlerdi.
Bütün duygu gelgitlerine, gölgelere, hatta cünun haline rağmen, yine de düşünebiliyordu.
Velev ki yanılmıştı. Keşke biricik hatası olsaydı. Belki günün birinde görürdü. Sesini işitmiyor muydu sanki. Bu köklenmiş duygu cümbüşü ve fikir, bariz alâmetler; O’nun varlığından, cazibesinden, davetinden başka neydi. “Sendin biliyorum” dedi.
Böyle düşününce onu arza çeken dayanılmaz tüm ağırlıklar eksiliyor, serinliyordu.
Düşü hatırladıkça, bir mutluluk duygusuyla gönendiğini, yenilendiğini görüyordu. Rüyanın gerisini kendinden dahi saklayacaktı. Nazar değer, bir daha göremem korkusuyla kimseyle paylaşmayacaktı.
Sır, aradaki yakınlığı, ülfeti artırıyordu.
Dayanamadı, yerinde duramadı. İçi dışına taştı. Ölçüleri aşan hasret dolu kalbi, muhabbetle iyice büyüdü. Hudutları tayin edemiyordu. Bir lahza, dünyaya, varlıklara burun kıvırdı. “Meğer siz ne küçükmüşsünüz!” dedi.
Türbeye nasıl vardığını bilemedi. Bugün kalabalık değildi. Sanki özel bir tarife uygulanmış gibiydi. İşte, nihayet evindeydi.
Kubbe-i Hadra’nın altında; yüreğinde sıcak bir karşıla(ş)ma, ateşli bir bul(uş)ma, dahası kollandığına dair çarpıcı hisler uyandı. Mesut yüreği, bulut kümelerinin üstüne uzanmış, huzurla hülyalara dalmıştı.
Çocuklaşmış, şımarık, Hz. Pir’in kulağına fısıldadı: “Teşekkür ederim Tatlım!”
Sanki cevap geldi. Damağında garip bir helva tadı belirdi. Yutkundu. Pek de severdi.
Aşk hem tüm dengelerini oynatan, hem de yerini kararını bulduran bir kuvvetti ve bu dalgalanmaya, teşevvüşe şiddetle ihtiyaç göstermekteydi.
Ufka doğru yürüyordu. Sonra nedense durdu. Bir an cesaretlendi. Yakına gitse miydi? Bakamadı. Ya O değilse? Vehimse?
Mesafesini bozmayarak yer değiştirdi. Bu defa profilden seyrediyordu. Her noktasında ayrı bir özen çekicilik. Fakat renkleri ve yüzünü gönlünce seçemiyordu. Çizgiler birbirinin içine, hayır kendi içine işliyordu.
Hayal değildi. Kalabalık içinde dalgalanır gibi görünen vücudu, bir erkeğe göre oldukça zarif hareketleri. Hep bir ateş, kalkışma isteği veren cismi, gözleri…
İçinde fışkırmaya hazır bir od yekûnu. En küçük bir harekette, uyarıcıda, akıl almaz bir çağrışım veya… Uyanıverecek ve sonra çıkacak, yakacak, çarpacak; dönüp dolaşıp, kafayı bulup gene onda toplanacak serseri bir güç…
Bazen başka insanlar devreye giriyordu. Tümünü öfkeli bakışlarıyla bir köşeye atıyor, kalabalıkları yarmak istiyor, sonra çakılıp kalıyordu. Ruhun çılgın akma arzusuyla, ayakların yerde sabitlenişi, atılış ve mıhlanış duygusu hatırı sayılır bir ıstıraba dönüşüyordu.
Bir adım belki. Yok, yapamazdı. Yokluğuna dayanamazdı. Gayrı isimlere tahammül edemezdi.
Vücudu devasa bir hançere gibi, boğuk boğuk bağırıyordu. Ancak kimse işitmiyordu.
Eteğine yapışsa. “Aradığım sensin” dese. Elini öpüp koklasa. Yakına gelse miydi? Bakamadı. Ya O değilse? Vehimse…
O değildir. Kim bilir kimdir. Gitse, bilirdir. Ama dikilmiştir. Netice.. müşkül iştir. İşkillidir. Sevda zor iştir. Sınanmaya kim gelir? Kesilmiştir. Bitiktir, yitiktir.
…
“Birkaç gün beni huzurundan kovmuşsa da,/ Benim gözüm Onun güzel ve mübarek cemalinde kalmıştır./ Öyle latif bir yüzden, böyle bir kahır şaşılacak şeydir./(…)Benim secde etmeyişim, farz edelim ki hasettendir./ O haset inkârdan değil, aşktan ileri gelmiştir./(..)O mukadder oyunu ben oynadım./ Onu yapmakla da kendimi belaya uğrattım./ Uğradığım belâda da onun lezzetlerini tatmaktayım./ Oyunda O’nun mağlubu, O’nun mağlubu, O’nun mağlubuyum..” diye “Melun’u” konuşturmuştu muhteşem eserinde.
İnanılmaz şeydi. Kendinin gibi baskılanmış, düpdüzgün(!) kişilerin havsalasının almadığı, dillere destan sevdasıyla; şeytanı bile Hakk âşığı şeklinde tasavvur etmişti.
Kutlu bir esintiyle hafifledi. Haline cürümüne bakmaz, neredeyse sevecekti ol lâini…
Okudukça, eserleriyle haşır neşir oldukça, bir sevgi kesafetiyle değiştiğini; düşmanlıkların, gazap, haset, hırs gibi bencil duyguların azaldığını görüyordu.
Başının altında bir serinlik hissetti; yastık ıslak gibiydi. Gözlerini ovuşturdu. Bir daha, bir daha baktı. Hayır, orada kimsecikler yoktu. Rüya Devrindeydi.
Düşünde; azîzin “İnci Celaleddin” olduğu işaret ediliyordu. Belki de değildi. O kimdi ki, güzide bir Allah sevgilisini görme şerefine erişecekti.
Fakat olumsuzluk içeren düşüncesi, fevkalâde rahatsız ediciydi. Hayır, bilinçaltından kaynaklanmıyordu. Oyun değildi. Kendi var edemezdi.
Bu her zerresinde akıp, coşup giden, yeri göğü oynatan kafadan kontak, mavera yadigârı şahane sevinci, eşyaya değip geçen ve onlardan da yükselip, sırrî bir özle birleşen bitimsiz dipsiz enerjiyi.
Bütün ruhunu dikelten cazibe; kendi el yapımı, katkısı olamazdı. Zannınca Bay İblis’in de parmağı yoktu.
Şeytan da kimdi yahu! Şimdi, süratle atına atlamış, kılıcıyla şer ordularını hızla yarıyor, ifrit kellerine pala çalıyor, kesiyor biçiyordu. Zamandan mekândan atlıyor, zıplıyor; akla ziyan yerlerde çiçek desteliyordu.
Bir türlü uzaklaştıramadığı bir ses, kanaatini perçinliyor, durmaksızın aynı düşünceyi yineliyor; tek cihete, zamanları aguşuna alan bir mânâ yuvasına dikkati çekiyordu.
Tuhaf şarkılar, ilâhiler, tamamlanmamış âyetler, yanık kaynaşık sevgi sözcükleri sarmaş dolaş birbirine geçiyordu.
Bir sarmaşık boy atıyor, semazen olmuş bir Kâinat başını döndürüyordu. Çevre de dönüyor, tutuşuyor gibi geliyordu… Belki en ziyade gönlü mevcudiyetini duyuruyor, açılıp saçılıyordu.
O an, onuncu katın penceresinden atlasa ölmezdi biliyordu. Deniz üstünde yürüyebilir; semaya merdivenle çıkabilir; uzun upuzun kollarıyla evrene, bir teklifsizlik senli benlikle bütün yücelere, emsalsiz zirvelere t(aşkın) meczup.. fittirufizzuk sarılabilirdi.
Seviyorum. Seviyorum. Allah’ı(m) seviyorum... Ve O’ da beni seviyor.
Yani o kadar emindi ki, yemin bile edebilirdi. Vallahi de billahi! İnanmazlarsa sıkıysa, Hazrete gitsinler, sual etsinlerdi.
Bütün duygu gelgitlerine, gölgelere, hatta cünun haline rağmen, yine de düşünebiliyordu.
Velev ki yanılmıştı. Keşke biricik hatası olsaydı. Belki günün birinde görürdü. Sesini işitmiyor muydu sanki. Bu köklenmiş duygu cümbüşü ve fikir, bariz alâmetler; O’nun varlığından, cazibesinden, davetinden başka neydi. “Sendin biliyorum” dedi.
Böyle düşününce onu arza çeken dayanılmaz tüm ağırlıklar eksiliyor, serinliyordu.
Düşü hatırladıkça, bir mutluluk duygusuyla gönendiğini, yenilendiğini görüyordu. Rüyanın gerisini kendinden dahi saklayacaktı. Nazar değer, bir daha göremem korkusuyla kimseyle paylaşmayacaktı.
Sır, aradaki yakınlığı, ülfeti artırıyordu.
Dayanamadı, yerinde duramadı. İçi dışına taştı. Ölçüleri aşan hasret dolu kalbi, muhabbetle iyice büyüdü. Hudutları tayin edemiyordu. Bir lahza, dünyaya, varlıklara burun kıvırdı. “Meğer siz ne küçükmüşsünüz!” dedi.
Türbeye nasıl vardığını bilemedi. Bugün kalabalık değildi. Sanki özel bir tarife uygulanmış gibiydi. İşte, nihayet evindeydi.
Kubbe-i Hadra’nın altında; yüreğinde sıcak bir karşıla(ş)ma, ateşli bir bul(uş)ma, dahası kollandığına dair çarpıcı hisler uyandı. Mesut yüreği, bulut kümelerinin üstüne uzanmış, huzurla hülyalara dalmıştı.
Çocuklaşmış, şımarık, Hz. Pir’in kulağına fısıldadı: “Teşekkür ederim Tatlım!”
Sanki cevap geldi. Damağında garip bir helva tadı belirdi. Yutkundu. Pek de severdi.