Pek çalışkan ve işini bilir meclisimizde, 7 yıldır kullanılan halıların diğer kamu kurumlarında kullanılmaya başlayan halılarla “uyumlu olması” amacıyla değiştirildiğini, turkuaz renkli yeni halıların 1 milyon 350 bin liraya mal olduğunu okumuşsunuzdur.
Benzer konulara karşı yapılan tenkitler, hep “itibar” kavramıyla ilişkilendirilerek önü kesilmeye çalışılıyor.
Fidan dikimi yapılan arazide, valinin ayakları altına serilen halı da, hep itibar alametlerden söz gelişi.
Kamuda 80 binin üzerinde makam aracı olduğundan, hatta bazı yerlerde eşlere bile araç tahsis edildiğinden bahsediliyor.
Neyin başı, neyin sonu bilmem ama Osmanlı’nın son dönemlerinde de harika(!) israf durumları yaşamıştık.
Halk ister istemez bazı şartlara uyum sağlıyor fakat tepe noktalarında aynı hassasiyeti göremiyoruz.
Aşikâr bir savurganlıkla müsriflikle, nasıl “kimsesizlerin kimsesi” olabilir; adaleti hakkıyla savunabiliriz.
Muhafazakâr kesim olarak; neden yoğun biçimde itibarı makam aracında, göğü delen lüks binalarda, gösterişte, sırf dünya saadetinde arıyoruz.
Bu kadar ağırlıkla(!) ahirete selametle taşınabilir miyiz?
Yere bastığımız tozlu halıların birbiriyle uyumu önemli de; zeminimizi, merkezimizi oluşturduğunu iddia ettiğimiz inançlarımızın, davamızın kilit noktalarının, eylemlerimizle, hareket sathımızla uyumu, paralelliği önemli değil mi?
Vekillerimiz halı, kilim, koltuk, maişet(!) derdine düşerler de, yoksul milletin ayağının altındaki toprağın kaydığını neden hiç düşünmezler. İktidarın ilk senelerinde, vekillerine lojmanı bile çok gören anlayış nereye yitti.
Neden dünya çapında, yeni yetiştirdiğimiz muteber bir sanatkârımız mütefekkirimiz yok mesela. Fikir, sanat alanı itibarsız mı acaba?
Boyuna dökülüp saçılan, şişirme haberlerden bahsetmiyorum.
Çocuklarımızın, gençlerimizin dünyayla bol ölçüşen başarıları; yepyeni fabrikalar açılması, ilimdeki fendeki gelişmeler ne sebeple itibar konusu değil mesela.
Eski kazançlarımızı, müktesep haklarımızı tek tek neden kaybediyoruz.
Neden hukukçularımız, din adamlarımız, akademisyenlerimizin ülkedeki mevcut sorunlar hakkında sözü, sesi, çözümü duyulmuyor. Sadece gariban vatandaş kahvelerde, sokak aralarında kendince konuşuyor.
Yükselen neden inşaat sektörü de, söz gelişi otomotiv sanayi değil.
Tarımda, hayvancılıkta el açmışlığımız; enflasyon karşısında boynu büküklüğümüz niçin?
Donarak ölen askerler, arızalı mühimmat depoları, maden, iş kazaları, zırhlı araçların mayın ve patlayıcılara karşı dirençsizliği, bu yolla da şehit verme; bizim gibi Böyüük devletlerin itibarını hangi sebepten gölgelemiyor.
Sadece PKK değil, konsolosluklara kadar giren terörü; mesela başkentin göbeğindeki, burnumuzun dibindeki nice IŞİD imzalı katliamı görmüşken, onca terör çeşitlenmesi ve artışı önümüzdeyken; tedbir almak, engellemek önlemek, neden “itibar” mefhumuna dâhil edilmiyor.
Nedir bu frensiz, dümensiz çılgınlıklar. Feryatlar, arşa çıkan avazlar niye işitilmiyor?
Dinle terör, şiddet, yolsuzluk, bir takım şüphe uyandıran iddialar, ahlakî düşüklük yanyana getiriliyor da; itibara ne yüzle halel gelmiyor.
Pompalı tüfekli liseliler, “resmî rakamlara göre 3 milyon 500 bin gencin iş araması” neden itibar sorunu olmuyor. Toplumsal uyumun içine girmiyor.
Okumayı yazmayı, doğru dürüst iki kelime Türkçe laf söylemeyi, beşerî münasebetleri bilmeyen, dar kafalı gençlerin, bazı insanların hâli, bizi neden itibarsızlaştırmıyor.
Bu kadar ifrat tefrit noktasındayken, uçları oynarken nasıl uyumlu olabiliriz.
Bazılarının meselesi, sırf bu âlemdeki filmler, latif cinsler seyirler, gülüşlü oyna(yı)şlı zengin(!) gidişler…
Birbirini tekfir etmeler, alabildiğine bir sevgisizlik, tefrika vasatı. “Devlet malı deniz.. yeme de yanında yat” ortamı.
Kurumuş, kararmış, iri(nli) sözler…
Kof pehlivanların meydanı.
Neredeyiz. Nereye gidiyoruz?
Kimi kandırıyoruz.