Nereye gidiyoruz yazı serisi
Mahkemelere yolu düşenler, orada davacı veya davalı olanlar iyi bilirler ki senelerce davalar bitmez, hatta evladiyelik olan davalar, torunluk olan davaların da olduğu bilinmektedir. Davanız biter, bu sefer de taraflardan birisi davayı temyiz eder, birçok yıl da onun temyizden dönmesini beklersiniz.
Geçenlerde gazeteler yazdılar. Temyiz için Yargıtay’a gönderilen dava dosyalarından 10 yılını dolduran 10.000 (on bin) kadar dosya imha edilmiştir. Bu dosyalar içerisinde nice adalet bekleyenler, nice gönlünün ve bağrının ateşinin sönmesini bekleyen kimselerin elleri böğürlerinde kalmıştır.
Abdurrahim Karakoç, “Hâkim beğ” başlıklı şiirinde bu durumu şöyle anlatıyor.
Gene tehir etme üç ay öteye/ Bu dava dedemden kaldı hâkim beğ./ Otuz yıl da babam düştü ardına/ Siz sağ olun, o da öldü hâkim beğ.
Kırk yıl önce; yani babam ölünce/Kadılıklar hâkimliğe dönünce/Mirasçılar tarla, takım bölünce/İrezillik beni buldu hâkim beğ.
Yaşım yetmiş iki, usandım gel-git/Bini buldu burda yediğim zılgıt/Eğer diyeceksen: 'bana ne, öl git!/Oğlumun bir oğlu oldu hâkim beğ.
Mülkün temeliydi adalet hani?/Bizim hak, temelde saklı mı yani?/Çıkartıp ta versen kim olur mâni?/Yoksa hırsızlar mı çaldı hâkim beğ?!
OSMANLI’DA ADALETİN TEVZİİ
Adalet tarihimizin Osmanlı bölümünde adaletin tevziine (dağıtımına) çok açık ve çarpıcı örnekler bulunmaktadır. Çünkü onlar biliyorlardı ki adalet mümkün olduğu kadar kısa zamanda gerçekleşmeli ve uygulama davacıyı ile davalıyı tatmin ettiği kadar, kamu vicdanını da rahatlatmalıdır. Unutulmaması gereken önemli bir adalet kuralının; “gecikmiş adaletin adalet olmadığı”dır.
Osmanlı da adaletin teessüs edilmesine ait önemli hususlardan birisi, “toplumda insanların birbirlerinin haklarına azami derecede saygılı olmalarıdır” O dönemde insanlar İslami esaslara bağlılıkla çok yüksek konumdaydılar. İnsanlar birinin hakkının kendi üstüne geçmemesi için çok dikkat eder, “Allah, bütün hata ve kusurları affeder ama kul hakkını affetmez” diye inanırlardı. Bu inançtaki bir toplumda suç az işlenir, mahkemelere az başvurulur, mahkemelerde dava dosyaları az olur, bunlar da kısa zamanda çözüme bağlanır ve iki taraf birbiriyle sulh edilir ve helalleştirir idi.
Materyalist ve maddeci insanların çağı olan bu çağda, insanımızın hak, hukuk tanımamakta, kendi çıkarı için bin bir oyunun tezgâhlamakta ve (hâşâ) “sen bana burada tavuk ver ben sana ahirette kaz vereyim” diye ahiret inancının alaya almaktadır. Bu gün bir kimsenin birine, “elini verdiğinde, kolunu da kurtaramadığı” bir çağda yaşıyoruz.
İslam’ın hak anlayışından uzaklaşan insanımız ve toplum elbette bunun faturasını, kuvvetlinin zayıfı ezmesi şeklinde ödeyecektir, bu bir gerçektir. Bu gerçeğin ikinci tezahürü yukarıda izah etmeye çalıştığım gibi adalet aramak için mahkemelere gidenlerin karşılaştıkları durumdur. Sonuçta adalet bulunabiliyor mu? Bu da meçhuldür (bilinmemektedir)
ZAMANIMIZDA BİR UYGULAMA
Bana yapılan bir hakaret için 1.10.2010 tarihinde Cumhuriyet savcılığına bir dava dilekçesi verdim. Dava polis ifadeleri gibi nedenlerle ancak 2011’in Şubat ayında yani bey ay sonra Ankara 14. Sulh ceza mahkemesinde ancak açılabildi.
Ama duruşma 22.Şubat.2011 günü yapıldı ve tek celsede (oturumda) dava sonuca bağlandı ve karara bağlandı. Davaya bakan hâkim bayandı, (adını da yazayım) 29228- Pervin Tanıl hanım idi. Kendisini bütün gönlümce tebrik ediyor ve teşekkürlerimi sunuyorum.
Bir saat civarında süren duruşmada, davacı ve davalıyı önce salona alan hakim hanım, önce zanlıyı dinledi, sonra benim ifademi yeniden alarak eski ifademle karşılaştırdı. Daha sonra dışarıda bekleyen iki şahidi birer birer davet ederek, onlara yemin verdirdi ve ifadelerini ayrı dinledi.
Zanlının hakaret suçunu işlediği kesinleşince davacı ve davalıya dönerek:
“Mahkememizin adı sulh ceza mahkemesidir. Gördüğünüz gibi sulh kelimesi ceza kelimesinden önce gelmektedir. Sizi bir beş dakika baş başa bıraksak, acaba aranızda anlaşır, sulh yolunu tutar mısınız? Çünkü bugün bu davayı bitireceğim” dedi. Ben,
“Anlaşabiliriz, hâkim hanım” dedim. “Ancak bu arkadaş bana yaptığı hakaretini bir topluluk önünde yapmıştı. Orada bulunan şahısların evlerine giderek, “ben Nevzat bey’e hakarette bulundum. Kendisinden sizin huzurunuzda özür diliyorum, demelidir” dedim.
Davalı şahıs ise buna yanaşamadı ve hâkim’e; “sizin vereceğiniz karara razıyım” diyebildi.
Hâkim hanım öğleyin saat yarım civarlarında (bu arada saate hiç baktığını tespit etmedim) kararını açıklayarak, zanlıyı 1.800 TL para cezasına çarptırdı ve ona mahkeme masraflarını yükledi.
Beş dakika sonra mahkeme kararları yazılmış ve imzalanmış olarak bizlere de verildi.
Bu davanın hayretime giden taraflarından birincisi; Savcılık davanın açılışını benim yazılı müracaatımdan 5 ay kadar gecikmeli olarak yapmış olmasıdır.
Bu arada üç kez savcılığa giderek davanın açılıp açılmadığını sordum ve “Biz birbirimizin yakasına sarılıp ta bir birimize darp ettikten sonra mı bu davayı açacaksınız” diye sordum.
İkinci önemli husus; “hakarete uğrayan ben olduğum ve bu konuda şikâyetim de olduğu halde benim bu talebimin dava açmaya gerek duyulmadığı…” şeklinde belirterek savcılıkça reddedilmiş olmasına rağmen davanın, kamu davası olarak açılmıştır.
Savcılığın gecikmeli olarak kamu davası açması yanı sıra hâkimin tek celsede karar vererek davayı sonuçlandırması, bizlerde “Demek ki istenirse oluyormuş” kanaatinin doğmasına sebep olmuştur.
Mahkemelere yolu düşenler, orada davacı veya davalı olanlar iyi bilirler ki senelerce davalar bitmez, hatta evladiyelik olan davalar, torunluk olan davaların da olduğu bilinmektedir. Davanız biter, bu sefer de taraflardan birisi davayı temyiz eder, birçok yıl da onun temyizden dönmesini beklersiniz.
Geçenlerde gazeteler yazdılar. Temyiz için Yargıtay’a gönderilen dava dosyalarından 10 yılını dolduran 10.000 (on bin) kadar dosya imha edilmiştir. Bu dosyalar içerisinde nice adalet bekleyenler, nice gönlünün ve bağrının ateşinin sönmesini bekleyen kimselerin elleri böğürlerinde kalmıştır.
Abdurrahim Karakoç, “Hâkim beğ” başlıklı şiirinde bu durumu şöyle anlatıyor.
Gene tehir etme üç ay öteye/ Bu dava dedemden kaldı hâkim beğ./ Otuz yıl da babam düştü ardına/ Siz sağ olun, o da öldü hâkim beğ.
Kırk yıl önce; yani babam ölünce/Kadılıklar hâkimliğe dönünce/Mirasçılar tarla, takım bölünce/İrezillik beni buldu hâkim beğ.
Yaşım yetmiş iki, usandım gel-git/Bini buldu burda yediğim zılgıt/Eğer diyeceksen: 'bana ne, öl git!/Oğlumun bir oğlu oldu hâkim beğ.
Mülkün temeliydi adalet hani?/Bizim hak, temelde saklı mı yani?/Çıkartıp ta versen kim olur mâni?/Yoksa hırsızlar mı çaldı hâkim beğ?!
OSMANLI’DA ADALETİN TEVZİİ
Adalet tarihimizin Osmanlı bölümünde adaletin tevziine (dağıtımına) çok açık ve çarpıcı örnekler bulunmaktadır. Çünkü onlar biliyorlardı ki adalet mümkün olduğu kadar kısa zamanda gerçekleşmeli ve uygulama davacıyı ile davalıyı tatmin ettiği kadar, kamu vicdanını da rahatlatmalıdır. Unutulmaması gereken önemli bir adalet kuralının; “gecikmiş adaletin adalet olmadığı”dır.
Osmanlı da adaletin teessüs edilmesine ait önemli hususlardan birisi, “toplumda insanların birbirlerinin haklarına azami derecede saygılı olmalarıdır” O dönemde insanlar İslami esaslara bağlılıkla çok yüksek konumdaydılar. İnsanlar birinin hakkının kendi üstüne geçmemesi için çok dikkat eder, “Allah, bütün hata ve kusurları affeder ama kul hakkını affetmez” diye inanırlardı. Bu inançtaki bir toplumda suç az işlenir, mahkemelere az başvurulur, mahkemelerde dava dosyaları az olur, bunlar da kısa zamanda çözüme bağlanır ve iki taraf birbiriyle sulh edilir ve helalleştirir idi.
Materyalist ve maddeci insanların çağı olan bu çağda, insanımızın hak, hukuk tanımamakta, kendi çıkarı için bin bir oyunun tezgâhlamakta ve (hâşâ) “sen bana burada tavuk ver ben sana ahirette kaz vereyim” diye ahiret inancının alaya almaktadır. Bu gün bir kimsenin birine, “elini verdiğinde, kolunu da kurtaramadığı” bir çağda yaşıyoruz.
İslam’ın hak anlayışından uzaklaşan insanımız ve toplum elbette bunun faturasını, kuvvetlinin zayıfı ezmesi şeklinde ödeyecektir, bu bir gerçektir. Bu gerçeğin ikinci tezahürü yukarıda izah etmeye çalıştığım gibi adalet aramak için mahkemelere gidenlerin karşılaştıkları durumdur. Sonuçta adalet bulunabiliyor mu? Bu da meçhuldür (bilinmemektedir)
ZAMANIMIZDA BİR UYGULAMA
Bana yapılan bir hakaret için 1.10.2010 tarihinde Cumhuriyet savcılığına bir dava dilekçesi verdim. Dava polis ifadeleri gibi nedenlerle ancak 2011’in Şubat ayında yani bey ay sonra Ankara 14. Sulh ceza mahkemesinde ancak açılabildi.
Ama duruşma 22.Şubat.2011 günü yapıldı ve tek celsede (oturumda) dava sonuca bağlandı ve karara bağlandı. Davaya bakan hâkim bayandı, (adını da yazayım) 29228- Pervin Tanıl hanım idi. Kendisini bütün gönlümce tebrik ediyor ve teşekkürlerimi sunuyorum.
Bir saat civarında süren duruşmada, davacı ve davalıyı önce salona alan hakim hanım, önce zanlıyı dinledi, sonra benim ifademi yeniden alarak eski ifademle karşılaştırdı. Daha sonra dışarıda bekleyen iki şahidi birer birer davet ederek, onlara yemin verdirdi ve ifadelerini ayrı dinledi.
Zanlının hakaret suçunu işlediği kesinleşince davacı ve davalıya dönerek:
“Mahkememizin adı sulh ceza mahkemesidir. Gördüğünüz gibi sulh kelimesi ceza kelimesinden önce gelmektedir. Sizi bir beş dakika baş başa bıraksak, acaba aranızda anlaşır, sulh yolunu tutar mısınız? Çünkü bugün bu davayı bitireceğim” dedi. Ben,
“Anlaşabiliriz, hâkim hanım” dedim. “Ancak bu arkadaş bana yaptığı hakaretini bir topluluk önünde yapmıştı. Orada bulunan şahısların evlerine giderek, “ben Nevzat bey’e hakarette bulundum. Kendisinden sizin huzurunuzda özür diliyorum, demelidir” dedim.
Davalı şahıs ise buna yanaşamadı ve hâkim’e; “sizin vereceğiniz karara razıyım” diyebildi.
Hâkim hanım öğleyin saat yarım civarlarında (bu arada saate hiç baktığını tespit etmedim) kararını açıklayarak, zanlıyı 1.800 TL para cezasına çarptırdı ve ona mahkeme masraflarını yükledi.
Beş dakika sonra mahkeme kararları yazılmış ve imzalanmış olarak bizlere de verildi.
Bu davanın hayretime giden taraflarından birincisi; Savcılık davanın açılışını benim yazılı müracaatımdan 5 ay kadar gecikmeli olarak yapmış olmasıdır.
Bu arada üç kez savcılığa giderek davanın açılıp açılmadığını sordum ve “Biz birbirimizin yakasına sarılıp ta bir birimize darp ettikten sonra mı bu davayı açacaksınız” diye sordum.
İkinci önemli husus; “hakarete uğrayan ben olduğum ve bu konuda şikâyetim de olduğu halde benim bu talebimin dava açmaya gerek duyulmadığı…” şeklinde belirterek savcılıkça reddedilmiş olmasına rağmen davanın, kamu davası olarak açılmıştır.
Savcılığın gecikmeli olarak kamu davası açması yanı sıra hâkimin tek celsede karar vererek davayı sonuçlandırması, bizlerde “Demek ki istenirse oluyormuş” kanaatinin doğmasına sebep olmuştur.