İstanbuldan Yazılır Çizilir Bir Şeyler

Hüzeyme Yeşim Koçak
Haluk Dursun, “İstanbul’da Yaşama Sanatı” isimli kitabında;  Şam’da Hamidiye Çarşısı’nda rastladığı bir İstanbul Ermenisi’yle ilgili bize şu hatırayı anlatır: Aslen İstanbullu olduğunu hatırlatmaktan, Türkçe konuşmaktan gurur duyan Ermeni; yazar ona Şam’dan ayrılıp İstanbul’a döneceğini söylediğinde ve ‘Buradan İstanbul’a ne götüreyim?’ diye sorduğunda, manidar bir cevap verir ‘İstanbul’a bir şey götürülmez, İstanbul’dan bir şey getirilir.”(sh. 167, İst. Ötüken, 2002)
Bir imparatorluğa mensubiyet, büyüklük duygusu herhalde buna benzer cümleler kurdururdu.
Türk Ocağı Konya Şubesi’nden bir gurup arkadaşla yaptığımız İstanbul gezisi, duygu yoğunluğuyla gelişen, anlamlı bir cevelândı. Şimdi yansıtıp aktaracaklarımız; yaşadıklarımızın ve “getirdiklerimizin” küçük, mütevazı bir kısmıdır.
Topkapı Sarayı, Dolmabahçe Sarayı, Boğaz turu; Kapalıçarşı; Eyüp Sultan, Yuşa Peygamber, Aziz Mahmut Hüdai gibi maneviyat durakları; İstanbul’la bütünleşmiş, ona özgü yiyecek-içecek faslı; müstesna şehri ziyaret eden ekseriyetin ve bizim de şahit olduğumuz bazı güzellikler cümlesindendi.
Fakat İstanbul’a bir şey götürülmez değildi. Kendi adıma, dolgun taşkın nefsaniyetimi; hız kesmez, hatırı sayılır enaniyetimizi, hediye(!) diye götürdük. Ama bütün bunlara rağmen, “kucaklandık”… Gezimizden birkaç yudum:
Merkez Efendi Türbesi,  etkileyiciliğinde bütün arkadaşların hemfikir olduğu, cazibedar mekânlardandı. Çilehanesi önündeki Balıklı Havuz’un, -deryayı da bilen- kırmızılı minik sakinleri, bizi aşkla süzüyor; çileye soyunmaya, derinliklere, en derinliklere çağırıyordu. Yayılan hava, gönlümüzdeki uhrevî bir merkeze temas edip, dağılıp saçılıyor; garip, olağanüstü bir zamanın muhabbetli kokusunu iletiyordu. Çilehanenin; ardında bir esrarı, koca bir âlemi saklayan sırlı penceresinde; Merkez Efendi’nin ölümsüz, efsunkâr gözleri vardı.
Piyer Loti Kahvesi’nde, teleferikle iner çıkar; nefis Haliç manzarasını ve bir tarafta kabristanı seyrederken, hayata değil, ölüme üst bakışın ne demek olabileceği kafama takıldı. Herhalde bir “hiçleştirme” ameliyesi, yokluğun kârıydı. Ki, âşıklar ölmezdi.
İstanbul 1453 Panoramik Müzesi, duygularımızın zirveye çıktığı mekândı. Fetih Müzesi’nde, Ulu Fatih –her şeye rağmen- bize kutlu bir mirasa sahip çıkmamızı, bu uğurda mücadele etmemizi emrediyordu. Mehterle coştuk; büyülü atmosferden hiç ayrılmak istemedik. Emeği geçenleri kutluyoruz.
Bu güzellikleri yaşarken, gerçek hayattaki çelişkili durum; millî-manevî gücün azaltılması, baskılanması yönündeki derin çalışmalar ve şiddet dolu uygulamalar görmezden gelemeyeceğimiz bir bedahetti.
Sultan Ahmet Camii sanki mahzun, mükedder haldeydi. Mekânın da bir karakteri vardı. Tarihî dokuyla hiç uyuşmayacak heykeller maddî bir sembol, aykırı, küstah bir batılılık(!) göstergesi, soysuz bir sanat gibi, -ne alakaysa- konduruluvermiş; yabansı yabancı sırıtıyordu.
Vazgeçilmez, -bu bakışla da inadına yüceltilmiş- sivriliğiyle öne çıkmış heykellerin benzerlerine, kısa gezintimizde; Hıdiv Kasrı civarında ve Antalya’da da rastladık. Herhalde bizim bilemediğimiz bir hikmete, üstünlüğe sahipti. (Dünya Kenti(!) Konya’da da; Çoban adeta tüm keçileri kaçırmıştı, toplamak mümkün olmuyordu da.. iki adımda bir karşımıza heykelleşmiş yitik bir keçi çıkar adres sorup, hazin hazin melerdi). Heykele karşı değildik ama tezyinatın da bir üslûbu olmalı değil miydi, nadide ecdat yadigârlarına karşı bir saygı gerekmez miydi? Kim bilir, bakarsınız yarın, meşhur camilerimizin, bir köşesine, kıyıcığına da, -dini bütün ellerce- Venüs heykeli yakıştırılır, kitaba uydurulurdu. Hiç merak etmeyin, sabırlı millettik, nasılsa “hazmederdik”.
Şehirlerimizin hüviyetleri, hafızası inanılmaz tahayyül edilmez bir biçimde siliniyor; zevksizliği ve şahsiyetsizliğiyle ne çok birbirine benziyor; aynı menhus, kem talihi paylaşıyordu. Mazi sesinin, geleneğin bastırılması, “değersizleştirme; köksüzleşme”, ehemmiyetsiz gibi gözüken örneklerin, tatbikatların toplamıyla işte böyle ortaya çıkıyordu.
Safdil, açık kalpli bir arkadaşımız, polis memurlarıyla konuşurken, kendisini ikaz etmişlerdi: “Abla, Türklükten falan uluorta bahsetme. Sonra seni deliğe tıkarlar”.
Otelde, emekli bir profesör beyefendiden, bıçak gibi bir saplama gelmişti: “Türk Milleti mi kaldı? Hepimiz Ermeni’yiz artık”. Yunanız, Rum’uz, Yahudi’yiz, -övünmek gibi olmasın- hınzırız b(itiz), hatta ker(kenteley)iz. Bir virt gibi elan, 365 gün ‘AB(D) Huu!’ çekeriz… Hâlbuki insan teki, özge şehir, yıldız ülke olarak “kendini bilmek, kendi sözünü” söylemek önemliydi.
Ve rakibimiz yazar Hüsniye’den; güne, yazıya katkı, bir “açılım” bilmecesi aksetti: “Dağdan gelir seke seke/ Kurşun üzüm döke döke…”
Türkiye’nin ilk minyatür parkı olan MiniaTürk; bir açık hava müzesi; tarih, kültür, sanat eserlerinin maketlerinin sergilendiği bir alandı. 105 eserin teşhir edildiği parkta; Konya’ dan da Alaaddin Camii, Mevlâna Türbesi, Karatay Medresesi’ni izleyebiliyorduk.
Doyumsuz güzelliklere dalmışken, halimiz aklıma düşünce ister istemez; gördüğüm nesnelerdeki küçülmeyi, bir bakıma indirgemeyi, sanallığı düşündüm. Gerçi minyatürleriyle övünmememizin bir sakıncası yoktu.  Asıllarına, azametli tarih, millî kültürümüze, istiklâl ve istikbalimize sahip çıkmadıktan sonra…
Maziye dalınca, benim de dünyam değişti. Arkadaşlarım gibi, “saltanat tahtına” kuruldum. Kıyafet değiştirerek süslendim. İşinin ehli kadın fotoğrafçıda, bir minyatür(!) “Sultanlık” fotoğrafı çektirdim. Uyruğuma, ilk buyruğumu vermeyi de unutmadım:
 “Biz  “Satış elemanı”, “Firengizade “Damat’ları” istemezük! Tiz değiştirin, denize sürün, açılsınlar!” Dalgalar bir hışımla köpürdü kabardı, deniz aniden devasa bir gazapla yarıldı. Bu “had bilmez, hüsran içindeki, ziyankâr lokmaları” yutmaya hazırlandı.
Gezide; daha 3 Ekim’deki Yazarlar Birliği’ndeki konuşmamda şükranla andığım, mütefekkir Samiha Ayverdi Hanımefendi’yi, tamamen tevafuk eseri iki defa ziyaretin nasip olması ise, bize mânâlı bir hadise gibi göründü. Kenan Rıfai Hz.ni, kıymetli mimarımız Ekrem hakkı Ayverdi’yi ve mutasavvıf edîbemizi hürmetle selâmladım.
Adile Mermerci Uygulama Oteli’nde, hoş bir tesadüftü, kitaplarımla tanışık okurlarla karşılaşmak… “Ey Ruh(um) Geldinse Masaya Vur” isimli kitabımın yaptığı açılım doğrusu beni mutlandırdı. “Yaşasın kitapların ruhu!” diye bağırdım.
Sonlu bir dünyaydı yaşadığımız… Hayat yolculuğumuz devam etse de, gezimiz hitama erdi.
 Bu vesileyle yol arkadaşlarım, dualarına sırtımızı dayadığımız, gurubun en genç üyesi Validemiz Muhterem Mualla Tolasa Hanımefendi’ye; gezinin planlanmasında ve hayata geçmesinde büyük emeği geçen Başkan Sayın Hale Gür’e; Yeşilay Ciritli, Melek Pembeci Hanımefendilere.. Ahenkli arkadaşlıklarıyla, Sevgili… Ayten Karaman, Hatice Akyüzler, Emel Hidayetoğlu, Süheyla Ersen, Fatma Baş, Emine Tanata, Refika Kahramanlı, Hanife Kalkan’a pek çok teşekkür ediyorum.
Ve Sayın Biray Özçimi… Beş gün boyunca eşsiz mihmandarlığıyla; kaprislerimize tahammül etti, arzularımızın gerçekleşmesi için, elinden gelen her tür çabayı gösterdi. Onun gönül verimleri olmasaydı, gezi böylesine tatlanmaz bereketlenmezdi.
Servis şoförümüz Savaş Çayırcı Bey’e de, 12 bazen 13-14 kişi de olabilen bu konuşkan, çocuk gibi şen, egemen(!) “kadın ordusuna”, dört gün boyunca yaptığı hizmetler için ve eşlerimize ayrıca teşekkür ediyorum. Gönül rızasıyla izin verdiler, sevgiyle uğurladılar, karşıladılar.

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.