Röportaj: Mustafa Güzey
İstanbul Gençlik Hizmetleri ve Spor İl Müdürü Avukat Numan Güzey, Üstad Necip Fazıl’ın vefatının 30. yılı münasebetiyle Merhaba’ya konuştu. Güzey, Üstad için, “İslâm’ı arenaya, agoraya taşıyan bir şahsiyettir” dedi
“Tam 30 yıl saatim işlemiş ben durmuşum; Gökyüzünden habersiz, uçurtma uçurmuşum.” Hayatının boşa geçen bir kısmını, işte bu sözlerle özetliyor, Şairler Sultanı Üstad Necip Fazıl Kısakürek. Onu anlatmak, onu anlamak, bizim harcımız değil. Zira onu anlatmak için okyanus kadar dolmak lazım. Anlayabilmek için portresini, fikir yapısını çok iyi tahlil etmek lazım. Biz de bu anlayış doğrultusunda, ‘Üstadı kim daha iyi biliyor’ diyerek İstanbul yollarına düştük. Hakikaten bu konuda ehil olan bir zatın kapısını çaldık. Avukat Numan Güzey, İstanbul basınında Üstad için fikirlerine sıkça başvurulan bir isim. Onunla, Şairlerin Sultanı’nı konuştuk. Kendisi Üstad konusunda çok iddialı birisi. Şu sözü, iddiasının derecesini gösterir nitelikte: “Onu benim kadar iyi anlatacak birini tanımıyorum.”
Numan Güzey kimdir?
1948 yılında İstanbul’da doğdu. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdikten sonra İstanbul Barosu’na bağlı olarak 30 yıl avukatlık yaptı. 1994-1999 yılları arasında ise Fatih Belediyesi Meclis Başkan 1. Vekilliği görevini 5 yıl süre ile yürüttü.
Sosyal ve sportif nitelikli çeşitli derneklerde yönetici ve eğitici olarak görevlerde de bulunan Av. Numan Güzey, aynı zamanda BASAD (Bakırköylü Sanatçılar Derneği) üyesidir.
29 Aralık 2008 - 23 Kasım 2011 tarihleri arasında İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür ve Sosyal İşler Daire Başkanlığı görevini yapan Güzey, 23 Kasım 2011 tarihinde İstanbul Gençlik Hizmetleri ve Spor İl Müdürü olarak atanmış ve halen bu görevi yürütmektedir. İleri seviyede Fransızca ve Arapça bilen Güzey, evli ve 4 çocuk babasıdır.
30 yaşına kadar tabirim uygun düşerse serkeş bir hayat. Ondan sonra ‘şeyhim ve pirim’ dediği Abdülhakim Arvasi Hazretleri’yle tanışması. Akabinde bambaşka bir Necip Fazıl portresi. Dilerseniz buradan başlayalım. Neler söylemek istersiniz?
Sadece Üstad'ın hayatında değil. Diğer bazı büyük zevatın hayatında da böyle dönüm noktaları vardır. Ziya Paşa, merhum Tercih- i Bent'in yazarı. O da Kayseri'de bir şeyh efendiyle tanışıncaya kadar İslâm'a, Müslümanlığa, Allah'ın kitabına menfi bakan bir insan. Hatta, “Diyar-ı küfrü gezdim, beldeler, kâşeneler gördüm. Dolaştım mülk-i İslâm'ı bütün viraneler gördüm.” Yani Avrupa'yı gezerken, dolaşırken ‘şahane ülkeler, şahane şehirler gördüm. İslâm ülkelerinde hep viraneler vardı’ demiştir. Unutmuştur ki defineler hep viranelerde gizlidir. Orada İslâm bizi geri bıraktı, İslâm yüzünden geri kaldık. Müslümanlık bizi geri bıraktı gibi, bir tema işlemişken, Kayseri'de Remzi Efendi diye bir Nakşibendi şeyhiyle tanışıp, arkadaş olduktan sonra, “Meğer İslâm imiş devlete pâ-bend-ı terakki; evvel yog idi işbu rivayette yeni çıktı” deyivermiştir. Yani İslâm, devletin geri kalmasının sebebi olsaydı, Osmanlı Söğüt'te bir avuç Müslüman’dı. Onlar 700 sene yaşayacak devleti ‘ebed müddet’ diye anılacak bir devleti kuramazlardı.
Bir şeyh efendi Ziya Paşa'nın hayatını değiştirmiştir. Necip Fazıl rahmetlikte Abdülhakim Arvasi Hazretleri'yle Beyoğlu'nda, Macaristan'a Rus tankları girdikten sonra, Macar ihtilalinden sonra Macar akınına uğradı İstanbul. Genç kızlar, delikanlılar, aydınlar, yurt dışına kaçtılar. Dolayısıyla Macarların Türkiye'ye akınından sonra Necip Fazıl'ın yanında arkadaşları; Abidin Dino, Burhan Belge, Dışişleri bakanlarından eski Feridun Cemal Erkin, bunlar bir grup bohem hayatı yaşayan nerede akşam orada sabah hayatı yaşayan bir grupken ama o zamanda yine belden aşağı şiirler, kadın şiirleri, kız şiirleri vesaire yazarken Abdülhakim Arvasi Hazretleri'nin, Ağa Camii'ndeki bir dersini dinliyor tesadüfen, Cuma namazında. Çok etkileniyor. Namazdan sonra tanışmak istiyor. Arvasi Hazretleri ile tanışıyorlar. Ondan sonra da bir daha kopamıyor.
Üstad, zaten bir manevi arayış içerisinde değil mi?
Evet, manevi bir arayış içinde zaten. “Bana yakan gözlerle bir kerecik baktınız, ruhuma büyük bir temel çivisi çaktınız” diye anlatır, o buluşmayı. Ondan sonra da kopamıyor. Sohbetlerinden özel zevk almaya başlıyor.
Çemberlitaş'da 100 odalı bir konakta doğuyor Necip Fazıl. Önce bir İngiliz koleji. Sonra Fransız koleji, arkasından Bahriye Mektebi'nde öğrenci oluyor. Efendi Hazretleri Abdülhakim Arvasi, Nakşi sülalesinin büyüklerinden biridir biliyorsunuz. Bursalı Üftade Hazretleri'nin, Hasan Hilmi Sandıkli Hazretleri'nin koludur o. Onun son temsilcilerinden bir tanesi Abdülhakim Arvasi. Zaten Necip Fazıl'da aileden gelen, dededen gelen bir dini yatkınlık var ruhunda, o iklim var. Abdülhakim Arvasi ile buluştuğu zaman o iklimi pozitife çevirme, maneviyata çevirme zaten hazır olduğu için, meselâ gençlik hayatında kumar oynadığı, kumarı çok sevdiği söylenir ama kendisi itiraf ediyor bizzat söylüyor. “Kumarı sevdim.” Ama, “içkiyi hiç sevmedim, alkolü hiç sevmedim, alkolü ve uyuşturucuyu hiç sevemedim. Zaten coşkun, taşkın bir adam olduğum için, ruhen coşkun ve taşkın bir adam olduğum için ayrıca coşmak için taşmak için ilave taşkınlıklara ihtiyacım olmadığı için bulaşmadım” diye anlatır. Necip Fazıl pervasız bir adam. Böyle bir alışkanlığı olsaydı onu da söyleyebilirdi. Bohem hayatı yaşadığı doğru. At yarışlarına katılacak kadar at sevdalısı olduğu doğru. Türkiye'nin birçok yerinde ‘Ata Senfoni’ diye bir eseri var. Dünyada o çapta bir eser daha var mıdır, yok mudur? Şüpheliyim. Necip Fazıl, manevi dünyasında Abdülhakim Arvasi Hazretleri'nin büyük bir ağırlığı, büyük bir etkisi olduğu herkesçe bilinen bir gerçek.
ÜSTADA GENÇLİK ÇOK ŞEY BORÇLU
Onun anlatılmasında biraz eksik mi kalıyoruz? Bir de nesil onu anlamakta sanırım biraz pasif kalıyor.
Şimdi Necip Fazıl'ı anlayanlar çok iyi anlıyorlar. Sevenler ölümüne seviyorlar. Sevmeyen düşmanları, sevmediklerini bile bile gizli hayranlıklarını gizleyemeden itiraf ediyorlar. Baki Süha Edipoğlu, “Bizim neslin ön plana çıkmasını sağlayan dehşetli soluk” diye şiirlerini göklere çıkarır. (Necip Fazıl’ın) Tanıyanlar tanıyorlar zaten.
Bu milletin gençliği Üstad'a çok şey borçludur. Necip Fazıl'dan önce matbuata yani basına, medyaya, “Allah'tan ve Muhammed'ten bahsetmek yasaktır” diye çift ayrı, mahrem damgalı yazılar, emirler gönderilirken Maarif Vekaleti tarafından, Necip Fazıl o dönemde, Allah ve Peygamber bayrağını açmış, davayı camilerin köhne alanlarından meydana, arenaya, agoraya taşımış adamdır. Onun içindir ki, Necip Fazıl'ı bilenler biliyorlar. Okumayanlar zaten hiçbir şey bilmiyorlar
ÜSTADI ANLAMAK BAL YEMEYE BENZER
Ama okumayanlar, “Dili çok ağır, onun için okumuyoruz” diyorlar.
Ağır demek girift demektir. Girift de fikir dolu demek. Fikir dolu demek biraz ağırlığı olan yazı demektir. Tabi onu anlamak, okumak o kadar kolay değildir. Ama bir okumaya ve anlamaya başladığınız zaman tadına doyamazsınız. Tıpkı kavanozun içindeki balı, kavanozu açmadan, dışından yalasanız haz alabilir misiniz? Tadacaksınız, dilinizi değdireceksiniz. O da sürekli okumakla olur. Girift bir yazar. Anlaşılması zor. Zor bir fikri, güzel anlatan bir adamdır. Yoksa batıyoruz, kurtarın yok mu dediğin zaman herkes anlar ama bunun ağırlığı olmaz ki böyle bir cümlenin. Ağır cümle, fikir dolu cümle, fikri hamulesi, fikri zenginliği geniş bir cümleye anlamak kolay değildir tabii. Bir çırpıda anlaşılıyorsa zaten sığdır. Sığlık var demektir.
Kültür ve Sosyal Daire Başkanlığı Üstad'ın piyeslerini tiyatroya taşıyor. Toplum nezdinde ilgi olur mu?
Necip Fazıl rahmetlinin tiyatro oyunları, romanları, hikâyeleri kadar bu ülkede yankı uyandırdı. İlk defa Bir Adam Yaratmak oyununu Muhsin Ertuğrul sahnede dünya görüşleri arasında Üstad'ın tabiriyle “Galata Kulesi Bostan Çukuru Parkı” olduğu halde Muhsin Ertuğrul'un bizzat ağlayarak sahnede oynadığını herkes biliyor. Ben bundan birkaç sene önce Kadıköy'de Haldun Taner Sahnesi'nde, Bir Adam Yaratmak'ı seyretmiştim. Duvarlar bile insandan tuğlalarla örülmüştü. Büyük bir alaka vardı. Giremeyenler girenlerden daha çoktu. Dolayısıyla Üstad’ın her oyunu fikir, duygu ve his yüklü olduğu için her oyununun çok büyük bir alaka bulacağını düşünüyorum.
PARAYA DEĞER VERSEYDİ, İSTANBUL’U ALIRDI
Tarihçi Kadir Mısıroğlu, Necip Fazıl’a talebelik etmiş. Ona atfettiği eserinde, “Bencildir. O ortaya lafını atar, alan alır, almayan hiç umurunda değildir. Öğreticilik yönü asla yoktur” diyor. Katılıyor musunuz? Üstad biraz egoist mi?
Bilakis, tam tersi. Dünyada paylaşmayı, ikramı, Üstad kadar beceren, becerebilen çok az insan vardır. Üstad bugün 100 lirası olsun cebinde, o 100 lirayla etrafındaki beş kişiye ziyafet çeker, ertesi gün beş parasız dolaşan bir adamdı. En büyük tenkitlerden biri de bu konudadır hakkında zaten. Üstad paraya değer veren biri olsaydı, İstanbul'un yarısının tapusu üzerinde olabilirdi. Üstad, hiç paraya değer veren bir insan olmadı. Çevresinde oturup da onun ikramını muhatap olmayan, onun sofrasına oturmayan, kursağına lokma koymadığı genç yok gibidir.
Doğan Nadi'den, - Yunus Nadi'nin oğlu – bir keresinde 50 lira borç istemiş. Cumhuriyet'te yayınlandı bu hadise. Doğan Nadi olduğu halde, “yok” demiş. Pintici bir adamdı biraz. Pintiliği ile meşhur. Aradan birkaç ay geçmiş, Ankara'da, Ankara Palas'ın bahçesinde Yakup Kadri'ler , şöhretli edebiyatçıların bulunduğu büyük bir kalabalığa ziyafet verilmiş. Ziyafetten sonra gelen faturayı Üstad kapmış, ödemiş, 50 lira da garsona – o zaman tabii büyük para – bahşiş atmış. 50 lirayı görünce yanındaki Doğan Nadi'nin gözleri otomobil feneri gibi açılmış, “Necip Fazıl bey, paracıklarınızı har vurup harman savurmayın” deyince, “Doğan Nadi, en yakın arkadaşına 50 lirayı borç olarak vermediğini ben garsona bahşiş olarak vererek seni birazcık para kullanmaya alıştırmak istiyorum.” demiştir.
Asla egoist olamazdı Necip Fazıl. Yapısı itibariyle buna müsait değildi.
Peki, ona bu yaftaları yapıştıranlar Üstadı anlayamayanlar mı?
Anlayamayanlar tabii. Düşmanları.
NECİP FAZIL’IN SADECE EGOSU ŞİŞKİNDİ
Ama talebelik etmişler, sofrasında bulunmuşlar. Nasıl olur bu?
Dünyada bütün büyük adamların biraz egoları şişkin insanlardır. Egoistlik ayrı şeydir. Egosu şişkin olmak ayrı bir şeydir. Üstad Necip Fazıl bir dehaydı. Ve dehasının farkında olan bir dehaydı. Onun için, “Filanca şair nasıldır Üstadım?” diye sorsanız, “İyidir ama, benden sonra şiirde konuşulacak adamdır” der. Bu egoistlik değildir. Egosu şişkin, kendine aşık bir adamdı. Kendi kendini tenkit ederdi. “Mehmet Akif Ersoy'u anlat” diye konferansa çağırıyorsun, Akif'i anlatırken 20 yerde tenkit ediyor. Tenkit ettiği yerlere kulak veriyorsun haksız da değil. “Bedrin aslanları ancak bu kadar şanlı idi.” Burada Akif ifrata kaçmıştır. Bedir, Kur'an-ı Kerim ile müjdelenmiş şanlı sahabenin ordusuydu. “Bedrin aslanları ancak bu kadar şanlı idi” diye siperyel sigayı değil de düşük sigayı kullanması, “Tefrittir, ifrattır. Burada hata etmiştir” diyor. Akif'i anlattırırsan tenkit eder, kendisini anlattırırsan kendisini de yerden yere vurur. Müthiş eleştirmen bir kafa. Baktığı yerlerin görünmez taraflarına bakan bir Necip Fazıl. Ama bu tip insanlara egoist denmez. Alabildiğine şişkin egolu denir. Dünyayı yerinden kim oynatabilir diye sorsan, o cılız kollarıyla, “Ben oynatabilirim” der, Necip Fazıl.
Sosyal paylaşım sitelerinde şöyle bir söz dolaşıyor, Üstada ait imiş gibi, “Başörtüsüz kadın, perdesiz eve benzer. Perdesiz ev de, ya satılıktır ya da kiralık.” Üstad, böyle bir söz ifade etmiş midir?
- Bak bu söz kadar Üstada yapılabilecek bir başka iftira ve hakaret olamaz. (Çok kızgın bir şekilde)
Bazı insanlar bu sözü baz alarak Üstad için olumsuz konuşuyorlar.
Hayır, hayır. Necip Fazıl'ın 5 çocuğu oldu. Sanıyorum 2 kızı var. Kendi kızları bir defa başörtülü değil. Kendi karısı Neslihan hanımefendiyi ben yakından gördüm, defalarca, başörtülü değil. Asil bir Müslüman kadındı. Dolayısıyla Necip Fazıl başörtüsüne, türbana olağanüstü bir saygısı vardır. Aleyhte kimseye bir söz söyletmez ve aleyhinde türbanı konuşmaz. Ama türbansızı da bu derecede anlatacak bir aydın değildir. Necip Fazıl'ın eşi, muhterem hanımefendi defalarca ben yakından gördüm. Türbanlı bir hanımefendi değildi. Kızları da öyle değildi.
Ben iddialıyım. Necip Fazıl rahmetlinin dar -ı dünyada yazdığı ilk şiir kitabından son eserine kadar göz atmadığım ne bir satır romanı ne bir satır hikâyesi, ne bir tek fıkrası, günlük makalesi, yazısı var. Hepsini ezbere bilirim. Bu cümle Üstadıma ait bir söz olamaz.
Hangi eserinde, nerede, hangi günlük yazısında? Onun kaynağını versinler göreyim. Böyle bir şey yok ya! (Son derece kızgın) Düz mantıkla düşünün. Eşinin durumunu söyledim. Kızlarının durumunu da söyledim. Yani olayı bu kadar dar kalıba, “Ham softa, kaba yobaz” diye andığı Üstad'ın, düşürmemek lazım. İftira, bıçakla yaralamaktan daha büyük bir suçtur. Bıçakla yaraladığınız adamı bir kere öldürürsünüz ama iftira attığınız insanı ömür boyu öldürürsünüz. O cümle Üstad’ın cümlesi değildir. ‘Cümlesidir’ diyen gelsin ispat etsin.
Konya'da Üstad Necip Fazıl için konferanslar düzenleniyor.
Beni çağırın konuşayım. Necip Fazıl panelinde profesörler gelmişti dünya çapında, hiçbiri bir kere alkışlanmadı. Belki 20 defa spontene alkış dediğimiz, refleks alkışı dediğimiz konuşurken gök gürültüsü gibi alkışlarla kesilmişti sözlerim. Kültür Merkezi'nde ben Necip Fazıl'ı anlatmıştım. 2 saat kadar. Özel birebir hatıralarımı anlattım.
O zaman şimdi sözünü alayım.
- Tabii efendim, davet edin geleyim, onu, kim benim kadar iyi anlatabilirmiş. Çocuklarından Osman Kısakürek'ten ben Üstadı anlatırken Osman'ın gözleri otomobil feneri gibi açılıyor. “Bu kadar mı yakından tanıyorsun babamı” diyor.
Gençlere Üstad'ı anlama noktasında tavsiyelerinizi alabilir miyiz?
- Şimdi, okumak ayrı şey anlamak ayrı şey. Anlayıp kanaate çevirmek ayrı ayrı şeyler bunlar. Bir çırpıda okuduğunuz, anladığınız şeylerde bir derinlik yoktur. Sanat da odur zaten. Sanat çile ister, zahmet ister, zaman ister. Her eline kemanı alan çalabilir mi? Yani sanatkar bir ruh, sanatkar bir gönül, ipince bir gönül, hassas bir ruh bütün Batı ve Doğu felsefesini kafasında hıfz etmiş birini anlamak kolay değil. Anlamak için çok okumak lazım. Dünya görüşüne dair bazı kritikleri, bazı ip uçlarını elde etmek lazım. Zor fikirler zor anlaşılır. Batı ile Doğu'nun enfes sentezlerini verdi, Necip Fazıl. Bazen bir kitap dolusu lafta anlatabileceğiniz şeyleri bir tek cümleye sığdırdı. “Beri gel serseri yol, O'nun ümmetinden ol.” Şu cümleyi açmaya kalksan bir kitap dolusu laftır. Kainatın özü. Kolay söylenecek bir söz mü? Zaten büyük sanatkar zor bir fikri uzun uzun anlatan adam değildir. Zor bir fikri draje halinde, hap halinde tek cümleye sıkıştırabilmek, büyük sanattır. Lafta az, kelimede az ama ruhta ve manada çok. Necip Fazıl, bu işin dehasıydı. “Bize gerici diyorlar. Gerilerinde damgamız mı var ki bize gerici diyorlar.” Şimdi bu lafı sıradan bir adam söyleyebilir mi? Çok şey borçlu Türk gençliği ona. Yıllarca hutbelerde onun şiirlerinden örnek vermeden hutbeyi bitiren hatip olmadı. 30 yıl 40 yıl, her hutbede ondan bir cümle bulursunuz.
Biraz davasında yalnız kaldığını düşünüyorum.
Hayır yalnız kalmadı. Bu davayı sahiplendiği için Necip Fazıl, Necip Fazıl oldu. Biz ona çok şey borçluyuz ama o da Türk gençliğine, İslami kesime çok şey borçlu. Necip Fazıl İslâm’ı yazmasaydı, Aşkı Resulullah’ı yazmasaydı bu kadar şöhret olamazdı. Onun çapında birçok deha çukurlarında geberip gitmiştir. Hiç anılmamıştır. Necip Fazıl, Allah’ın şanlı Peygamberini, İslâm’ı yazmasaydı eserleri bu kadar kapışılır, bu kadar sorulur, bu kadar para eder miydi? Karşılıklı düşünmek lazım.
Peygamber deyince aklıma Çöle İnen Nur eseri geldi. Çünkü orada Efendimizi anlatıyor. Son olarak, o eser hakkında fikrinizi almak istiyorum.
O ne müthiş bir eserdir. Nereden bulur o kelimeleri, o nitelemeleri, akıl almıyor. Onun bir önsözü vardır. Yemin ediyorum şiirden beterdir. “Ey bütün mucizeleri içinde, ‘en hayran olunacak mucizesidir’ diye, 63 yıllık şerefli ömründe, bir kere bile kahkahayla gülmemiş olmasını gösterebileceğim mahzun Peygamber.” Bir insan düşünün ki 63 sene yaşasın. Bir kere bile kahkahayla atarak güldüğünü ne dostu ne düşmanı duymasın. Ters tarafından bundan büyük mucize olur mu ya? Bakın nereden yakalamış. İfadedeki derinliğe bakın. Tüylerim şu an diken diken oldu. Necip Fazıl’ı anlatmak için uzun bir kış gecesi lazım. Mangalda da bulgur lazım.
“Agora: Yunan klasik devrinde, sitenin yönetim, politika ve ticaret işlerini konuşmak için halkın toplandığı alan, halk meydanı.”
“Bize gerici diyorlar. Gerilerinde damgamız mı var ki bize gerici diyorlar.” Şimdi bu lafı sıradan bir adam söyleyebilir mi? Çok şey borçlu Türk gençliği ona. Yıllarca hutbelerde onun şiirlerinden örnek vermeden hutbeyi bitiren hatip olmadı. 30 yıl 40 yıl, her hutbede ondan bir cümle bulursunuz.”