Büyük, renkli ve ışıltılı bir paket bırakılmış kapımın önüne. Öyle cazip, çekici ve albenili bir kutu ki bu, hiç sorgulamadan alıp evimin içine getiriyorum onu.
Bu paketi hangi masanın üzerine koymalıyım diye enikonu düşünmeme hiç gerek kalmadan, mutfak masasını seçmenin doğru olacağı hissi doğuyor içime. Öyle de yapıyorum. Bu güzelim kutuyu, mutfak masasının üzerine bırakıyorum. Bir süre izliyorum bu kutuyu önce. Kim getirmiş, içinde ne olabilir gibi soruları, dedim ya, hiç sorgulamıyorum o an. Sanki bu bir şansmış, uğurmuş gibi. Ayağıma kadar gelen böyle bir kısmeti sorgulamak, büyük bir hata ve ayıp olurmuş gibi.
Sonra bu ışıltılı paketi açıyorum. Işığından, renklerinden, yansımasından aydınlanıyor odanın içi bir an, açılırken. Ve içinden çıkan şeyin, paketinin güzelliğini bile gölgede bırakacak nitelikte göz dolduran, göz alan, göz kamaştıran bir pasta olduğunu görüyorum. Pasta, evet. Bir yaş pasta bu. Mutfak masası seçimim doğruymuş demek ki. Kremalı, jöleli, renkli, meyveli, kestaneli, frambuazlı, çikolatalı, fıstıklı ve fındıklı bir pasta bu. Oysa bizim bildiğimiz pastalarda bütün bu özellikler aynı anda bir arada bulunamaz, öyle değil mi? Fakat dünya dışı bir şey zaten bu. Belli. Gerçek üstü bir duruma tanıklık ettiğimden emin oluyorum o an. Kapımın önünde, durduk yerde öyle bir paket bulmam, normal ve sıradan bir şey olamazdı ki zaten.
Bu pastayı yemek ya da en azından tadına bakmak için karşı konulamaz bir arzu doğuyor içime sonra. Fakat onun o güzel görüntüsüne de kıyamıyorum bir yandan. Kıyamamak… Hani bir şeye istemeden de olsa zarar verecekmişsiniz, onu incitecekmişsiniz ya da bozacakmışsınız gibi kendinizden bile şüpheye düşer, onu öyle sakınır ve üzerine titrersiniz ya onun. İşte bu pastanın güzelliği de öyle bir korku ve çekince yaratıyor bende. Ne yapayım, hem öyle narin hem de öyle gösterişli bir şey ki aynı zamanda… Hani en taş kalpli insanı alıp getirseniz, o bile kıyamazdı ilkin. Durum o.
Tabi yaşadığım bu ikilem ve çelişki, fazla uzun sürmüyor. Onu kesip bir dilim yeme arzusu, kıyamama güdüsünü galebe çalıyor. (Hep öyle olur zaten. Eninde sonunda bir güzel kıyarız.) Yalnız itiraf etmenin vakti artık geldi ki, biliyor musunuz, pastadan kötü bir koku yayılıyordu ilk andan beri. O güzel görüntüyle birleşince ortaya çıkan büyük bir tezat vardı yani orta yerde. İlk an dediysem… Doğrudan buruna gelen, kendini belli eden açık seçik bir koku değildi bu. Hani varlığını alt notalarda bir yerlerde gösteren ama buralarda da kendini oldukça baskın bir şekilde ortaya koyan, kaçınılmaz ve zehirleyici bir kokuydu bu. Başta görüntünün albenisi, kokuyu bastırmış ve gerçekten de onun tadına bakmayı istemiştim evet. Tat duyusu da, koku duyusuyla dirsek temasındadır esas, ama görsellik bir tuzak olmuş, başka her şeyi mağlup ediyordu şimdi işte.
Ve pastayı bir bıçakla kestiğimde…
Neyse ki düşüp bayılmadım o an! Fakat kan beynime mi sıçradı, vücudumdan mı çekildi, tansiyonum mu düştü ya da çıktı, bilemiyorum tam olarak ne oldu ama alt üst oldum. Yerle bir... Derinlerden yayılan kötü kokunun kaynağına ulaşmıştım. Neden mi? Şimdi sıkı durun: pastanın içinde dışkı vardı! Ortaya yerleştirilmiş. Gayta, büyük abdest; bilimsel ismi mi seçersiniz yoksa halk dilini mi, artık hangisiyse!
Demek böyle iğrenç, sarsıcı ve adice bir şakaya maruz bırakılmıştım. Şeytanın aklına gelmezdi bu kadarı. Koşarak evden çıkıp kaçmışım o an. Gözlerim kararana, dizimde derman kalmayana kadar o pastadan uzağa kaçtım.
Sonra ayağım bir taşa takılıp yere kapaklandığımda, bir süreliğine kendimden geçtim yattığım yerde. Ve az önce yaşadıklarımın aslında somut bir gerçeklik değil de, bir mananın illüzyona bürünmüş, sembolik bir hali olduğunu anladım.
Seslerdi, asıl konu… Söylenenler, sözler; içte biriken hırs ve kin gibi meşum duyguların, harfler aracılığıyla vücuda bürünmeleriydi. Başta öyle ışıklı, albeniliydi söylenenler. Tıpkı o pasta gibi. Burnunuza gelen kötü kokunun kaynağının, yine o aynı ‘pasta’ olabileceğini kabullenmekte bir direnç yaşıyordunuz tabi önce. Çünkü aynı ağzın dışında güzel sesler; içinde ise öyle içre bir ‘dışkı’. Ne zaman ki sözlerin içini açıp bakmak istiyordunuz, işte o dışkıyla karşılaşıyordunuz. Yani bir ağızdı o pasta. Öpülmeyesi, süslü ve kirli bir ağız…
Az sonra kendime gelip yattığım yerden kalkınca da evimin yolunu tuttum hemen. Mutfak masasının üzerini kontrol edecektim. Hala orada mı, değil mi diye. Ve, değildi. Pasta masta yoktu hiçbir yerde, neyse ki! Fakat o günden bu yana, bir daha hiçbir yiyeceğin içini açıp bakmadım ve ağızlardan yayılan dışkı kokusunu da yadırgamadım aynı zamanda.