İnsan tek başına sahipsizdir, yalnızdır. Bir yere ait olma heyecanı ile aidiyet duygusunu geliştirir. İnsanlar, eşleri ve çocuklarıyla birlikte aile olarak, sonra ailelerin oluşturduğu toplumsal bir varlık olarak etkin bir rol üstlenirler. Kendine ‘ait’ olmadan cemaata /cemiyete nasıl olacak mensup/ait.
Almasını bilene her şey birer mesajdır aslında, görmesini, duymasını, hissetmesini bilene… İnsanı kötümser yapan duyguların yanı sıra; yaratılışımızdan gelen merhametli olma, sevebilme ve vicdanlı hareket edebilme gibi duygularımızda bize insanlığımızı hatırlatan ve yücelten değerlere sahibiz. Mevlana söylüyor: “Nasibinde varsa alırsın karıncadan bile ders. Nasibinde yoksa bütün cihan önüne serilse sana ters.” Büyük, küçük fark etmeksizin her şeyden, her olaydan, her durumdan öğreneceğimiz bir şey mutlaka vardır. Bir tomurcuğun çiçeğe dönüşmesinden bile çıkaracak bir ders bulur insan. Yeter ki arasın, bulmak istesin. Evet, sabrı, tevekkülü bile bir çiçekten bir ağaçtan hatta toprağa düşen en ufak tohum tanesinden bile öğrenebilir bir insan. Her şeyin bir vakti olduğunu, vaktinden önce beklemenin, üzülmenin, umut etmenin boşa olduğunu, her şeyin vaktinde değerli olduğunu , -tüm umutlar gibi- her şeyin zamanı gelince yeşereceğini. Anlatmak istediğim aslında arayış içinde olmak başlı başına var olma mücadelesidir. “Bulma çabası” kendini, benliğini, gerçek varlığı. Var olmak keşfetmektir. Var olmak yaşatmaktır.
Var olma bir uğraş bir emek ve daha bir ümittir. İnsan üzülen ve sevinen bir varlıktır. Okuyucu aklından çıkarma ki. Beşerin her günü dört dörtlük olmuyor. İnsan mevsimlere benzer. Bakarsın, hava güneşli, az sonra yağmurlu. Güneş bile sabah doğup akşam batıyorken sizce de saçma değil midir her sıkıntının, her üzüntünün kalıcı olduğuna inanmak. En ufak bir sıkıntıya düştüğünde veya içini karamsarlık kapladığında ye’se düşüp üzülme. Mevlana bu durumu uçma yeteneği kazanmaya benzetir; “bir yandan korku, bir yandan ümidin varsa iki kanatlı olursun” der. Tek kanatla uçulmaz zaten. Sopayla kilime vuranın gayesi, kilimi dövmek değil, kilimin tozunu almaktır. Allah sana sıkıntı vermekle tozunu kirini alır. Niye kederlenirsin? Taş taşlıktan geçmedikçe parmaklara yüzük olmaz. Yüzük olmak dileyen taş, ezilmeyi ve yontulmayı göze almalıdır!
Ayağın kırıldı diye üzülme! Allah senden aldığı ayak yerine belki sana kanat verecek. Kuyu dibinde kaldın diye üzülme! Yusuf kuyudan çıktı da Mısır’a sultan oldu, unutma! İstediğin bir şey; Olursa bir hayır, olmazsa bin hayır ara…
Yapılma, yıkılmadadır; topluluk, dağınıklıkta; düzeltme, kırılmada; murat, muratsızlıktadır; varlık, yoklukta gizlidir. Kapı açılır, sen yeter ki vurmayı bil!. Ne zaman dersen bilemem ama, açılmaz diye umutsuz olma, yeter ki o kapıda durmayı bil! 1
İnsanlar bir zincirin halkaları veya bir saatin parçalarını oluşturacak şekilde toplumda bir rol üstlenirlerse, her türlü güçlü sorunun üstesinden gelebilirler. İnsanın davranışlarıyla değer kazanması, kendini diğer canlılardan farklılaştırıyor. ‘İnsanlar ölümlüdür ama insanlık ölmemeli’ diyebiliyorsa insan ‘var olmuştur.’ İnsan yaşamında kendini sorgulamalı, varlık nedeni üzerinde düşünmeli, kendi dışındaki varlıklara yardım elini uzatabilmelidir. İşte bunların gerçekleştiği an, insan olmanın hazzını tadacak cihandaki varlığımızın anlamı ortaya çıkacaktır. İnsandan insanlığa giden bir yolumuz olmalı. İnsanın yaşama, yaşantısına, yaşayana değer katması kendi çabasıyla ve dahi -kendisi gibi var olanların- bilinçli ortak çabalarıyla sağlanabilir. Değilse, varlığı yetersiz olanın, yokluğu kayıp değildir.
“Varlık-Yokluk” tam da anlattığımız gibi uykudan uyanma/uyanamama durumudur. Ya gecesin kapkaranlık, ya da aydınlık güneş içinde, her şey ufka dahil, ait. Üstad Necip Fazıl Kısakürek anlatıversin uyanmayı! ‘Varın altında yokluk, yokun altında varlık; başını kaldır da bak, boşluk bile mezarlık.’
Hayatta ihtiyaçların sınırı yoktur. Mutluluğu, çok mala sahip olmada arayanlar, akıl almaz bir yarışın içine girmektedirler. Biriktirirken ya yıkıyor yada altında kalıyor, varlığımızı nefessiz bırakıyoruz. Örneğin telaşla, borçla toplanan değerli eşyalar belli bir süre sonra sahiplerine külfet olmaktan öteye de gitmemekte. Tıpkı dünyada biriktirme ve sahip olma hırsıyla ömrünü tüketen insan gibi. Hep daha fazlasını ve daha iyisini istemek, kanaatkârlık ve paylaşmayı unutup ‘biriktirme’ yarışına girmek var oluşumuzu tehdit ediyor. Biriktirirken ya yıkıyor yada altında kalıyor, varlığımızı nefessiz bırakıyoruz. Böylece insan üzüntülerin en büyüğü ve aldatıcısına yakalanıyor. Nitekim insanı daima olması gereken çizgiden uzaklaştıran biriktirme hırsı var olmamıza virüs bulaştırıyor, hasta ediyor. İnsan sahip olduklarına sahip mi? Sahip oldukları insana sahip mi? varın siz de düşünün!
Varlıklar zıtlarıyla kaimdirler. O zıtlıklarda öylesine bir âhenk, nizâm, intizâm ve cünbüş vardır ki tarife sığmaz. Bir diyalektik çıkarım bile (akıl yürütme ile doğrulara ulaşma) bunu anlatmaya yetmiyor. Her “varlık” aynı zamanda bir ‘yokluk’a, her ‘yokluk’ da bir ‘varlık’a muhtaçtır. Çünkü ‘varlık’ da, ‘yokluk’da Yüce Allah"ın ‘künhü’ ne bağlı birer mahlûkudur. İmamı Rabbanî Hazretlerinin muazzam kıstasına göre: “Hiçbir şey O"na muttasıl (bitişik) değil ve hiçbir şey ondan münfasıl (kopuk) değil!.. Yok ki ondan başkası: “Lâ mevcude illallah”ın sırrı buradadır. Bütün insanlığa bu hikmetin şifresi/gayesi bellidir: “Nefsini bilen Rabbini bilir!” Bilmek, anlamak var olmaktır: “Kendini bil, tâkî Cenâb-ı Hakk"ı da bilesin!”