Bilindiği üzere insan, varlık âleminin yaratılış sebebidir. Cenâbı Hak kendi ruhundan ilâhî nefhayı, insanın rûhuna akıttığından bu yana, insan içinde bir kutsî cevher taşımaktadır. İnsan bu yönüyle, ufuk ve gâye olarak yaratılmıştır. Aynı zamanda insan, maddî ve mânevî âleme yönelik unsurları, kendi bünyesinde bulundurduğu için de, yaratıklar içerisinde ‘eşref-i mahlûkat’ mertebesindedir. Tabii değerini idrak ederse, yoksa ‘esfel-i sâfilîn’ derekesine düşebilir. Yüce ve şerefli Kur’an’da, insana dâir pek çok açıklayıcı, insanı tanıtıcı âyetler vardır. Bu âyetlerde insanın maddî yönünün yanı sıra, daha çok ruh yönünü öne çıkaran bilgiler bulunur.
Sultânu’l Ârifîn Mevlâna Hazretleri, ‘Mesnevi’ adlı şaheser eserinde, insana büyük değer atfetmiştir. Aslında geçtiğimiz senelerde bu husûsu yazmıştık. Biz Aralık ayında, O’nun vuslatı olması hasebiyle, genellikle Mevlâna hazretlerini yazıyoruz. Zira kendimizi âcizâne; ‘Mevlana ve Mesnevi hayrânı’ olarak addediyoruz. Konya, böylesi büyük bir veliye ev sâhibi yapmakla, hakikaten çok şanslı. Ancak gönül ister ki, Konya’da daha çok Mesnevi sohbetleri yapılsa, avam halk Mesnevî’ye ciddi anlamda vâkıf olsa… Bu ay Cenâbı Hak ömür bahşederse, yine Hz. Mevlâna’nın insana bakışını yazmaya gayret edeceğiz Rabb’imizin izniyle, inşallah. Büyük Üstad, yaratılış yönüyle kendini bilen, idrak sâhibi insanların, ilim-amel bütünlüğü içinde olgunlaşarak, insan-ı kâmil olma yollarını, insanlığa tanıtmış ve anlatmıştır.
Eriştiği bilgiyle kendini bilen ve kendini tanıyan insan, önce kendisinin, Hakk’ı yansıtan-anlatan-simgeleyen’ bir numûne olduğunun bilinciyle, kendine değer verir. Onunla da, yakın ve uzak çevresi değer bulur. İnsan hayâta bakarken, diğer insanları tıpkı ayna gibi kendinde seyreder. Böyle olunca, pek tabîki, herkesin hak-hukuk paylaşımının olduğunu kabullenir. Kâinatta olan ne varsa hepsi, Yüce Yaratıcının güç ve kuvveti ve dahi irâde ve bilgisi vesilesiyle olduğu gerçeğine iman eder. Bu hakikate inanan idrakli insan, kendi için istediği iyilik ve güzellikleri, diğer insanlar için de, ister. Bu şuur, hakiki insan olma yolunda yüksek bir fazilet şuurudur.
İlk insan Hz. Âdem’den bu yana yaşanan dünyâya bilindiği üzere, pek çok insan gelip geçmiştir. Bunlardan bâzıları madde cihetiyle, ilim ve irfanda yükselmişken, aynı zamanda Hak katında da yücelmişlerdir. Kimileri de, cehâlet bataklığında boğulmuşlardır. Medeniyet kurmuş güzel insanlar, ilim-bilgi-hikmet yolunda ilerlerken, gönül boyutlarını da ihmal etmediklerinden, faziletler medeniyeti târihinde, silinmez izler bırakmışlardır.
Gerçek o ki, insanın zihnî-maddî dünyâsını besleyen ilimden daha öte, kalbî ve gönlü besleyen, insanı tefekkürde derinleştiren ‘mârifet ilmî’, insanı eşyanın hakikatine eriştirir. Bu mümin için ulaşılması gereken, en ulvî hedeftir. Yunus Emre’nin buyurduğu gibi; ‘İlim ilim bilmektir. İlim kendin bilmektir. Sen kendini bilmezsen, Bu nice okumaktır.’ En güzel erdem, insanın kendini bilmesi ve kendini tanımasıdır. Zira kendini tanıyan, Rabb’ini bilir. İçinde muhteşem bir âlem barındırdığını idrak eder. Bu husûsu izah sadedinde Mevlâna Hazretleri:
“Ey insan, sen görünüşte maddî varlığınla ‘küçük bir âlem’sin. Fakat mânen, gerçek varlığınla, ‘büyük bir âlem’sin. Görünüşte bir ağacın dalı, meyvenin aslı, temelidir. Çünkü yemiş dalda bulunur. Fakat hakikatte, o dal, o meyve için var olmuştur.
Meyve elde etmeğe bir meyli ve ümidi olmasaydı, bahçıvan hiç ağaç diker miydi?
Öyle ise görünüşte meyve, ağaçtan meydana geliyor da, hakikatte o ağaç meyve çekirdeğinden doğmuştur.”(Mevlâna, Mesnevî, çeviren: Şefik Can, İstanbul 1995, c. IV, 521-524)
Burada Üstad, insanın madde boyutuyla, küçük bir âlem iken mânâ cihetiyle, Hakk’ın ilâhî cevherini rûhunda barındırması yönüyle, büyük bir cevher, yâni büyük bir âlem olduğunu ifâde ediyor. Cenâbı Hak, kendinin bilinmesi ve tanınması için âlemi yarattığını, âlemin şâhı olan insanı, tıpkı ağaca benzetiyor. Nasıl ağaç meyveleri için dikilir, ondan tatlı lezzetler elde edilirse, insandan da güzel ahlak, ihlas, takva gibi Hak katında makbul kıvamda ameller beklenir.
İçinde yaşadığımız bu âlem sâdece insan için yaratılmıştır. Bu koskoca âlem bir ağaç, o ağacın meyveleri de biz insanlarız. Bahçıvan meyve almak istediği için, o ağacı dikmiştir. Ağaç meyveler adına dikildiyse, kâinatta bizim için vâr edildi. O zaman maksad nedir? Ağacın mahsulü, maksadı, hakikati meyvedir. Cenâbı Hakk’da kâinat ağacının meyvesi olan insandan, hakikat ve kemâlat ister ve bekler. Ama insanların çoğu bu gerçeği idrak etmeyip, dünyâya meylederler. Her meyvenin tadı bir değildir, kimi tatlı kimi, acı, kimi ekşidir. İşte aynen bunun gibi, bâzı insanlar, takvâlı bâzı insanlar da, suflî arzulara meyillidir O yüzden insan hedefini, gâyesini şaşırmamalı. Bir ağacın dikimi, yalnızca meyvesi içindir. Dolayısıyla, Allah Teâlâ’da insanı, kendini tanıtmak için yaratmıştır ve bunun için, bizi denemekte ve imtihan etmektedir. Cenâbı Hak, bir ağaç mesâbebesinde olan bu dünyâyı daha sonra da, meyve mesâbesinde olan insanı yaratmıştır. Ancak meyvenin tadı, amel ve ihlas ile geleceği için, kimi meyveler tatlıdır, kimi ise acıdır. Her ağaçtan ve dahi her meyveden, güzel tat alınmaz. Bu sebeple, dünyâda kâfirlerin de bulunması, doğaldır. Dolayısıyla biz elimizden geldiğince ağacın dalındaki tatlı meyvelerden olalım.
Devâmında, ağacın aslı çekirdek ve meyvenin tadı aslı çekirdekte gizliyse, insanın aslı da kalbîdir. Yâni çekirdek, insanın kalbîdir. Kalbinin sâfiyeti, güzelliği, insanın aslıdır. İnsanın kalbi neye meylederse, insan oraya akar. Allâhu Teâlâ, bu dünyâyı yaratırken ondan bir meyve bir mahsul almak istemiştir. Asıl meyve de, çekirdek olan kalbin, Cenâbı Hakk ile berâber olup, O’na yakınlaşmasıdır.
Efendim hayırlı Cumâlar bugünlük bu kadar olsun haftaya nasipse devam edelim. Siz değerli okuyucularımı En Güzele emânet ediyorum.