Çok gençken, çocukluğum ve o günlerdeki çevreden kaynaklanan bazı olumsuz örneklerin de tesiriyle; dindarlığın da kötüye kullanımından, muhafazakârların da devasa hatalar işleyebileceğinden habersizdim.
Günah, kırılmalar, sapma ve ikilemler, yol kazaları daha çok Garp hayranlığıyla beslenen kesimlere mahsustu sanki.
Konya’ya gelişim farklı bir pencere açtı. Şirin, beş katlı bir apartmana yerleşmiştik. Apartmanda genellikle mütedeyyin insanlar oturuyordu. Bu görüşümü ilk sarsıcı deneyleri, hatırı sayılır bir hayal kırıklığını orada yaşadım.
Apartman sakini iki değerli kız kardeş, tuhaf bir sebeple birbirine küsmüşler; yıllardır konuşmuyorlardı. Eşlerini, çocuklarını da bir irtibat ve iletişimden menetmişlerdi. İşin kötüsü, kocaları da kardeşti. Küslüklerinin köklü bir sebebi olmadığını kendileri itiraf ediyordu.
Aynı yerde, yılbaşında içkili vaziyetteyken bir şoförü öldürüp hapse düşen bir gencin, çok muhterem ve kederli ailesi oturuyordu.
Yine saygın, etrafına dinî dersler veren güzide bir hanımefendinin evli erkek çocuklarının -bir değil, iki değil- gönül(!) maceralarını dinliyorduk son sürat. Herhalde baba(!) tarafına çekmişlerdi.
Apartmanın üst katında, epeyce misafirperver(!) gözüken, zamanın özgür kadınlarından biri, beylerin ve ailelerin başına çorap örüyordu.
Hayretler içinde kalmıştım. Tecrübesiz, hayat yoksulu biri olarak; bazen lüzumsuz yere yaşantılarının içine burnumu sokar; yaşama enerjimi de kesmek pahasına, başkalarının nâmına fevkalâde üzülür, nafile beklentilere girer veya onlar adına sevinirdim.
O zamanki âdabın, görgünün bir gereğiydi belki de. Bir elin parmakları gibiydik. Hücrelerimize hapsolmuş yaşayamazdık.
Apartman, toplumun küçük bir örneğiydi âdeta. Ama muhafazakâr, mübarek bir şehirdeki bu tür karşılaş(tır)malar üzücü ve yaralayıcıydı.
Zamanla dindarlarla, diğer kesimler arasındaki farklar azaldı. Aynı modernlik boyasına dalma sonucunda, duygu ve düşüncede kesişmeler arttı. Benzer davranış kalıplarının benimsenmesiyle birlikte şikâyetler ve dertler çoğaldı.
Evvelce yadırgadığımız sahneleri, eleştirdiğimiz hususları; tüketimci, hazza, dünyaya fazla dönük hayat biçimlerini günün dindarlarında da görmeye başladık.
Zamanla meselenin, inancı asıl (içte ve dışta) YAŞAMAK sorunu olduğunun anladım.
Üzücü olan taraf ise; savaşma gücü ve bilcümle şerre karşı direnişin kaybolmasıydı. Çünkü benzeştik; artık konforumuzu bozmak istemiyoruz; kahramanlarımız bile değişti.
Şekil(sûret) inancımızı perdeledi, dünya bizi batırdı, üzerimize galebe çaldı.
İnsan yapı ve köken olarak aynı. Çok uzağa gitmeye gerek yoktu. Aynaya bakmak yeterdi.
Bizi imanımız, nefsimizle, kötülükle mücadelemiz; dinimizi samimiyetle içselleştirmemiz büyütüyor.
Oysa en seçme değerlerimizi, artık yamalı inançlarımızı “çanta” gibi taşıyoruz bazen.
İndiriliyor, kaldırılıp rafa, bir kenara konuyor. İçine konan eşya her zaman değişip, safralarla ağırlaştırılıyor.
Ve modası geçince atılıp yerine bir yenisi alınıyor. Çok önemli değiller; gezdirip, hava aldırıyoruz işte. Üstelik -Allah muhafaza- çalınması da kolay.
…
Hepinize hayırlı ramazanlar diliyorum.