Sıkıntıdan patlayacaktı. Yüreği küt küt atıyordu. Aman Allah’ım neler duyuyordu. Millet, kuyruğa girmiş onu mu konuşuyordu.
Konu komşu, basın yayın, genel medya, belki de tüm coğrafya... Ha! Ha!
Çocuğu ölü doğmuştu veya özürlü. Rezil olmuştu. Önünden arkasından gülüyor, küçümsüyorlardı.
Kararlıydı. Kendine güvenirdi. Özünden emindi hâlbuki.
Konuşulanları duyar gibi oldu. Sesler ister istemez kulağına çarpıyordu; sanki bir top mermisi olmuş, kulağında patlıyordu.
“Vah.. ki vah!... Çıka çıka ah!.. Bu hilkat garibesi.. yaah!”
Havalara girmişti, çeyizini düzmüştü. Doğuruncaya kadar sıkıntısından ölmüştü.
Yanına, kimi kimleri koyacak.. nasıl süsleyecek, gösterecek.. reklâm edip, övünecek.
Cek. Caka! Ohh! Keka! Çay fincanlarında lak laka! Yürü ya sefa.. Keyfini sürecek.
Bir kere doğum dediğiniz zor iştir. Gebelik, kim ne derse desin, risklidir.
Zaman, mekân ister. Uyarılmak, ayartılmak ister. Uygun hayal döşeği, fındıkçı ilham rakkasesi.. ille de rahat bir mesaa ister.
Hamile kalındıktan sonra da bilgileriniz takviye edilecek, kitaplar açılıp kapanacak, titizlenilecek.
Diğer yüklülerle, feleğin çemberinden geçmiş tecrübelilerle, ünlülerle; hatta ne de olsa bu işte en büyük pay sahibi onlar diyerek, erkek milletiyle istişare edilecek.
Sonra.. Kesinlikle doğum kurallarına uyulacak.
“İstanbul mu?”
“Ah keşke. Hiç olmazsa Ankara falan..”
“Fakat taşra.. Mecburen... Biliyorsunuz hayat şartları... Doğum çok pahalı.”
“Tanıdık bir yer mi?”
“....”
“Aaa.. Hiç duymadım. Yeni mi açıldı?”
Dostları yazıklanacak, utanacaklar; düşmanları kınalanıp, arkadan zil takıp oynayacaklar.
Çocuk güzelliğiyle, parlaklığıyla görenleri mi büyüleyecek; yoksa el içine çıkmadan, bir acemilik, gençlik(!) hatası diye güneşsiz, dört gözsüz, sevgisiz odalarda mı gizlenecek.
İnsanlar mümkün mertebe ilgilendirilmeyecek, bilgilendirilmeyecek. Unutturmaya çalışılacak. Sahibi bile yüzüne bakmayacak, yok sayacak.
...
Doğum sıkıntılı. Kendini karnı burnunda hissediyor. Esasen beyni patlayacak gibi. Çeşitli düşünceler zilzurna sarhoş, cenk ediyor. İçerisi bir kalabalık, bir kalabalık...
Bazen ayak takımı öne çıkıyor, bazen gülün havarileri, bazen de hülyanın doludizgin süvarileri.
Hamileliği dışarıdan çok belli değil. Aslında senelerdir ağır bir beyin sancısıyla bu doğumu bekledi, özledi; sabırsızlıkla uzak bir sevgiliye kavuşur gibi gözledi. Çalıştı çabaladı, ter döktü, müsait zamanı kolladı, bebeği itinayla besledi. Yakın çevresini tahammül etsinler diye gönülledi.
“Endişe etme! Her şey yolunda gidecek.”
Beklemek en kötüsü. Doğum uzadıkça vehimler, telaşlar, korkular kaplıyor. Sınav içinde bir sınavın, doğum içinde bir doğumun ürküntüsü yüreğini sarıyor. Yükü büyüdükçe büyümüş, aylardan belki yıllardan süzülüp gelmiş gibi geliyor ona yahut doğuştan.
“Ya beğenilmezse?”
“ O benim. Elbette sahip çıkacağım. Hain gözlerden, kem sözlerden sakınacağım.”
İçi titriyor. Beklemeye değecek bir hayali, gecikmeli de olsa nazenin sevgili bir bebeği düşlüyor. Ve beklenenin ayak sesleri:
“Müjde! Nur topu gibi…”
İçinde kemanlar çalıyor, ilhamlar peşi sıra düşmüş, birbiri arkasına yürüyor.. esin, birikim, istidat müşahhaslaşmış, gönlünün bebeği olarak kucağına veriliyor.
Alıyor ve adamın yüzüne minnetle bakıyor.
“Manevî babası sizsiniz.”
Teşekkür ediyor. Kokluyor, kokluyor. Yüzünü içine gömüyor... Sanki bebekten de bir sevgi nidası, derinden derine içli bir ağlayış ve biraz buğulu, ince bir gülüş yükseliyor.
“İlk eserim.”
Kapaktaki ismini ve kitabın ismini heceliyor.
Ve zannediyor ki, kendi de eserinin bebeğidir.
Ve o da onu; yavaş yavaş büyütecektir.