Biz ideal bir Ben’i, bir üst kimliği aradığımız gibi, zamandan soyutlanmış, o Ben’in meskûn olduğu bir birimi, mahalli ve -tekâmül ilerleme açısından düşünürsek- bir üst(ün) şehri mekânı da ararız belki.
Varoluş gerçeğini kuşatan, insanî özü duyumsatan gerçek, yaşanılır şehirleri…
Bir başka açıdan, içimizde mamur gizli bir ülke, belde vardı. Oranın merkezî varlığı ve topladığımız güç; dışımızdaki şehri, tasavvuru, algılamayı da şekillendirip, anlam veriyor; onun mükemmelliği gelişimi, hariçteki seyri, görüşü, yapılanmayı meydana getiriyordu.
Yahut şehir içinde şehirler vardır; bulunduğu yeri güzelleştiren mayalayıp yücelten…
Bazen içteki şehrin ışıkları yakılır; şaşmaz bir disiplin ve titizlikle düzen tıkır tıkır işlerdi. Kimileri diriltici bir ziya olarak, başka kalpleri de aydınlatır güzelleştirirdi.
Karanlıkları bu ışıkla aydınlatırdık. Ve dâhildeki zulmetimizi dağıtmak, biraz da bizim irade ve idrakimize bağlıydı.
Hangi mesleğin erbabı eshabı olursak olalım; içimizdeki mamure, mesire yahut harabe, yerleştiğimiz birim, iç(li) dil dışımıza yansır sızardı.
İnşaat gürültü patırtısı, yıkılan devrilenler, direnenler, yüz verilmeyen mazi yadigârları, cennet şehirleri, geleceğin arsız “yüzsüz” kimliksiz mimarisi burada doğar, gelişirdi.
Şehirlerimizin de dönemleri, devirleri; büyüme sancısı, ıstırapları vardı.
Bazen cömert bir bilgelikle kendine dikkat çeker, bize tarihî dersler verir, hikâyeler anlatırdı.
Bazen tıpkı dış âlemdeki gibi; bu şehir ölçüsüzce yıkılmakta, tarumar edilmekteydi. Vîrandı.
Siluetini, ahengini bozan gökdelenler, ehramlarla merkezi oyulmakta; tabiatı, toprağı, havası kirletilmekteydi. Atmosferi bulanıktı; şeddeli bir yalanın bağrındaydı.
Öyleyse şehrimizdeki sakinlerin kimler olduğunu, enkazı ve geleceğe dikilenleri önemsemek lâzımdı.
Ne ayak takımı, lüzumsuz âdemler, çöpzade-lökzadeler, düşünce kusuntuları, zehirli a(r)tıklar yerleşmişti orada.
Adacıklarımızda kimler barınırdı; Cuma’lar kölelikten kurtulmuş muydu? Keşfe çıksak, karşılaştıklarımız yüz yüze geldiklerimizden hoşnut olur muyduk? Varoşlarında kime rastlardık?
Bataklıklarımızı kurutur muyduk? Trafikten, paldır küldür içine taşıdığımız karmaşadan ve gürültüden orada da huzurumuz mu kaçardı? Ruhumuz herhalde zebundu bîzardı.
Düşmana karşı silahlanma gerekir miydi? Sulh hangi şartlarda gerçekleşirdi? Gönül tabakaları delinmiş miydi?
Derunumuza kimler konuk edilir; Çalab’ın yüzü nereye bakardı?
…
Her insanın bir “dünya” olduğu; biraz da iç tarafımızdaki kasabalar yollardan, mıntıkalardan, arı duru sularının çokluğundan, kiri pisliği yakan volkanik aşk gücünün büyüklüğünden; amele, mühendis bir mimar olarak iş tutma becerisinden sayından kaynaklanırdı.
Bu devasa şehri bilme, öğrenme, tanıma hevesimizden ve uzaklardaki daha bayındır, asude, yükseklerde bir şehre duyduğumuz iştiyaktandı.
İstediğimiz şehri bulamadığımız için; diğerlerine ötelere uzanırdık. Kendimize kanallar açar, yepyeni bir terkiple ve tefsirle, yürek malzemeleriyle temelini atıp, yükseltip, tezyin ederdik.
Belki düzenini ikame etmiş, zihnin ve kalbin inşa edildiği, “öte elçiliğini” yapan aşkın bir şehrin yasalarına tâbi olup, uyum sağlamamızla mutluluğumuz yakından ilintiliydi.
Gönül gezmeleri, şehirden şehre yapılan misafirliklerdendi. Huzur, keyif; “kardeş şehirler” arası münasebetlerden ileri gelirdi.
İnsanoğlu zamanda mekânda, fiiliyatında mükemmelliğe koşmadıkça, hayat esprisini yakalamadıkça huzuru da bulamayacaktı.
Beşer bir manada; dağ deniz, yarımada, çöl vahaysa, herhalde biraz da ülke, şehirdi.
Belki de en sevdiğimiz şehir içimizdeydi.