İspanyanın bir kentinde yapılan şeytan heykeli, halkın tepkisini çekmiş.
5 bin 400’den fazla kişi, bir dilekçe hazırlayarak şeytanın elindeki telefonla sevimli gösterildiğini, ‘şeytanın yüceltildiğini’ ve bu nedenle ‘Katolikleri incittiğini’ söylemiş. İmza kampanyasına rağmen heykelin yapımına devam edilecekmiş.
“Gülen ve selfie çeken” bir şeytan görüntüsü, insanları kızdırmış.
Aslına bakarsanız, biraz da gerçeğe uygun. Uy(u)duğunda hangimize sevimsiz gelir ki. İçe bakışı kim önemser ki.
Öz çekimler, resimler, fotoğraflar; biraz da kendini fazla beğenişin, yerine göre gururun, kalabalıklara karışmanın; bir açıdan sivrilmenin değil, erimenin sönmenin, sıradanlığın işareti değil mi. Kibrin tevazu kılıfındaki şeklini de unutmuyorum.
Fantastik bir filmde, kaçık bazı bilim adamları(nedir bu aydınlardan çektiğimiz), bir takım güçlere erişmek için kurbanlarının gözlerini yiyordu. Gözlerden bir yığın, tepeler.
Gözlerden vuruluyoruz. Gözlerimizi, nazarımızı; kendimize, kalbimize doğru seyri, muhasebemizin özeleştirimizin bakışını, beynimizin iliğini kimler neler sömürüyor yiyor.
Şeytan ve öz çekim cazibesi. Pek de yalan değil gibi.
Öz çekim daha ziyade dış(lamak), sergilemek için. Göz, başkalarının gözlerini celbediyor. Bakış hep taşrada.
Keşke özü çeksek, sımsıkı yakalasak. Gözlerimiz ruh merkezine yabancılaştı.
Derûnumuzda biri var, g(özümüzde).
Nefsimize hayranız. Zatımızı, göstermelik varlığımızı, sonra herhalde İblis’i pek beğeniyoruz.
Nefret, öfke, şiddet, asırlık, zamanı aşan türlü harpler, parça parça çarpa çarpa bölünmeler; bu egoist köklü beğenişlere, tapışlara karşı itirazların, muhalefetin, tasarılarımıza hedeflerimize engellerin, nüfuzumuzu arttırma heveslerinin, Rab’lik özentisinin sebebiyle de sürmüyor mu?
Kıyamete dek devam edecek savaşta, derin mağlubiyetler hezimetler tadıyoruz.
Gerçekten incelense ruhlarımızda ne şeytan heykelleri, yuvaları ihdas ediliyor. Hatta çoluk çocuğunun, avenesinin istikbali gözetiliyor; akla şeytan düşürür.
Düşünün mesela, her kucakta sürüyle aşk(!) gezerken, aşk teraneleriyle yüzerken; sevgilisini(!) 55 yerinden bıçaklayan adam; yüreğinin bir öz çekimini yaptı mı acaba?
Neyin cezbesi, deliliğidir, kanlı resmidir bu?
Ne akıl almaz bir celal, tatmin olmaz, teskin edilmez, dinmez bir gayzdır, şiddettir, meydanlara dökülen.
Gözümüzde ruhumuzda bir hançer. Şeytanı seviyoruz, hem de çok.
Onun için kutsal ağzımızda sakız olarak kalıyor. Kitap, dinî terimler, içimize sinmiyor. Güzel, tutarlı, arifane örnekler sergilenmiyor.
Şeytan taşlamaya giderdik oysa âlây-ı vâlâ ile.
En azılı hasımdı. “Üst akıl” sayılmazdı.
Bir zamanlar “Büyük Şeytanlar” vardı; milletçe elbirliğiyle, evlerine göndereceğimiz, denizlere dökülen, hep hatırlamamız gereken.
Ne çok şeytanımız bulunurdu. Bolluk, biriyle olmazsa diğeriyle arkadaşlığı dostluğu icabettiriyordu galiba. Topaç gibi dönüp duruyorduk.
Şimdi daha da arttı. Sanki her insan, bir iblis neferi, uşağı zannımızca. Uğraşıp duruyoruz birbirimizle, kirli hesaplarla.
Asıl Şeytanla, ciddiyetle mücadele eden gözükmüyor.
Hiç asabiyete mahal yok; Şeytanın elinde kurcalayıp, çeki(ştiri)p, oynayıp durduğu, akıllı(!) oyuncak biziz belki de.
Birileri kıs kıs gülüyor bize. Epeyce sempatik(!) “itici ve adi” değil.
Aramızdaki içimizdeki biri.
Bronz heykelden; taştan bile olsa, ateşli bir Kanka(!)