Küçük yaşlarda başlayan çalışmalarını, mahallî gazetelerde köşe yazarlığıyla sürdürdü.
Türk Edebiyatı Dergisi’nin düzenlediği “Ömer Seyfettin Hikâye Yarışması’nda”; 1997, 2000, 2001 yılında ödül aldı.
2002’de, Beyan Yayınları’nın açtığı “İlk Romanlar Yarışması’nda”, “Sinderella’nın Pabucu (Çoban Aşkın Çocuğuydu)” isimli romanıyla üçüncü oldu.
Pakistan’da 2002’de Mesut Akhtar Shaikh tarafından Urduca yayınlanan “Türkiye’nin En Güzel Hikâyeleri” isimli antolojide, “Hayriye’nin Düğünü”yle; 2005’de İngilizce hazırlanan “Turkish Delight” isimli kısa hikâye antolojisinde de “Yoksulların Annesi” ile yer aldı.
2008’de, Deniz Kültür tarafından yapımcılığı üstlenen “Sesli Edebiyat/Öyküler Sesleniyor” isimli seçkiye “Hayriye’nin Düğünü” ile dahil oldu.
Edebistan.com, 40ikindi.com, Sanatalemi.net, 7edi İklim, Edebiyat Otağı, Berceste gibi muhtelif dergi ve gazetelerde öykü ile denemeleri yayınlandı.
Halen “Merhaba Gazetesi”nde köşe yazarlığını sürdürüyor.
ESERLERİ
“Saklı Değerler” (öykü) 2003, “Bırakın Güzel Konuşsun” (deneme) 2004, “Muhabbet Buyursun Gelsin” (öykü) 2005, “Bana Gönülden Çalıp Söyle” (deneme) 2006,“Bekleyen” (öykü) 2006, “Çoban Aşkın Çocuğuydu” (roman) 2006, “Ey Ruh(um) Geldinse Masaya Vur” (deneme) 2007, “Havva Hanım’ın Gamzesi” (öykü) 2007, “Ötede” (deneme) 2008, “Edibâne Süz(ül)üşler” (deneme) 2008.
Hani bazı insanlar vardır, çok konuşurlar ama anlattıkları ipe sapa gelmez manâsız şeylerdir. Diğer bir insan tipi de gene çok konuşur fakat anlattıkları o kadar güzel şeylerdir ki, konuşmayı hiç bırakmasın istersiniz. Bu bir gevezelik değildir. O konuşurken siz zamanın nasıl akıp gittiğini anlamazsınız. Bir başka insan profiline bakacak olursanız, o da konuşmayı fazla sevmez ama ruhunun incelikleri sizin önünüze bazen bir şiir, bazen bir resim, heykel, bazen de güzel bir roman ya da hikâye olarak bütün güzelliğiyle çıkıverir.
Şubat ayının bu son Salı gününde röportaj konuğum, ruhundaki şıklıkları, hikâyelerine, romanlarına, kimi zaman içindeki çocuksu muzurlukla aktarmış hoş bir hanımefendi. Duruşundaki asaletle sizleri etkileyen Hüzeyme Yeşim Hanım, konuşurken seçtiği kâfi kelimelerle de beni yormamaya özen gösterdi. Mutevazı, alçakgönüllü, abartıdan hoşlanmayan bir yaşam tarzı olan Hüzeyme Yeşim Hanım’ı tanımaktan dolayı gerçekten mutluyum.
Şimdi yapmış olduğum sohbete siz okurlarımı da alarak, güzel bir yarım saat geçireceğinizi umuyorum…
Küçükkoner: Köklü ve kültürlü bir aileye mensupsunuz. Bu yazarlığınıza nasıl etki etti?
Koçak: Dedelerimin, büyük dedelerimin mümeyyiz vasıfları düşünülürse, kat etmem gereken mesafenin açıklığı ve imkânsızlığı bütün netliğiyle görülür. Fakat daha çok sanata meyyal bir yoğunlaşma ve yapılaşmayı da ret edemem. Herhalde kader sırrı böyle tezahür etti.
Babamın babası Muallim Mustafa Bolay, Birinci Dünya Savaşı ve İstiklâl Harbi gazisiydi. Ondan hiç değilse, “istiklâl, vatan” kavramı, bayrak sevgisi ve bir maneviyat temeli tevârüs etmiş olmalıyım.
Amcalarım, Prof. Dr. Süleyman Hayri ve merhum Prof. Dr. Mehmet Naci Bolay, başka güzel örneklerdi.
Babam İsa Ruhi Bolay ise çalışkanlığı, teşvikleri, edebi ile seçkin bir numuneydi. Son dönem bir kısım çalışmalarım onun sayesinde gerçekleşti. İzleyeceğim yol üzerinde belirleyiciydi. Herkese nasip olmayan, ışıklı bir baba!
İç-dış sayısız tesir ve genetik iz davet edici, sizi tetikleyici özellikler halinde ortaya çıkabiliyor.
Küçükkoner: İlk eserinizden bahseder misiniz?
Koçak: “Saklı Değerler”… “Hayriye’nin Düğünü, Yürekteki Kuş; Saklı Değerler” gibi ödüllü, seçkilere giren; “Uzayda Herhangi Bir Ülke” gibi, ironiyle yazma yeteneğimin göründüğü hikâyelerin birleştiği; “Geçmiş Zaman Esintileri” benzeri, denemeye çalan; “Kahramanım Sizsiniz” gibi dinî metinlerin bir araya geldiği… Bir birikimin hâsılanın, bereketin sergilendiği; geleceğin temellendiği, bazı tohumların atıldığı, pırıltılı, benim için çok anlamlı ilk kitap…
Küçükkoner: Eserlerinizi zengin bir dille kaleme alıyorsunuz. Bunu çok önemsiyoruz; maalesef pek çok yazar aynı hassasiyeti göstermiyor. Biraz bundan bahseder misiniz?
Koçak: Kelimeleri önemsiyorum. Aksi bir durumda… Eğer aşçıysanız, pişirdiğiniz yemeğin lezzetini eksik, yazarı da tattan çalmış biri gibi hissediyorsunuz.
Ustalık herhalde biraz da bu güzellik dengesini bulup bulamamanıza, bir yazı kararı, üslûp letafeti, özgün bir sanat(çı) ayarı kurup kurmadığınıza bağlı.
Kelimeler sözünüz, şarkınız, istinatgâhınız, zînetiniz, pusula merkez ve elçiniz; dört gözle büyüteceğiniz bebeğiniz… Hasbahçenizin çiçekleri, elbiseniz, gökle irtibatınızı sağlayan periler, edebiyat devâsa yüce bir lâmbaysa, içinden fırlayan cinler, hep sonsuzu gösteren vakit…Edebistan’da yapılan keşif fetihler.
Her isim bir kelime ve yazar “Hüzeyme”…Herkes kelimelerin içinde; yaşamımız kurduğumuz uzun bir cümle. Ben hep hecelemekle meşgulüm.
Küçükkoner: Velûd bir yazarsınız. Bunu neye borçlusunuz?
Koçak: Önce lütuf. Çünkü şevki, sevgiyi, istidadı, zamanı ve kıvamı ganîce önümüze getiren Rab.
Edebiyatı bir yönüyle muhteşem bir “oyunculuk” gibi de görürüm. Karakterlerinizin hüviyetine bürünür, tesir altına girer ağlar gülersiniz(Mizah yazarken önce kendim fıkırdarım). Sonra kelimelerinizle kitaplarla yazı sahnesinde, bir çeşit tiyatro oynatırsınız ve iyi yazarsanız, şansınız da varsa karakterleriniz ayaklanır, okurun gönlünde zihninde oynamaya başlar. Canlandırırken “canlanırsınız”.
Yazarcılığı evvelâ özbeöz zatınıza oynarsınız ve bu harikulâdedir. Bazen hayatta sırf bunun için var olduğunuzu düşünürsünüz. Eşsiz menentsiz duygular. Ve sahnenizde, değişmez bir yudum sarhoş iktidar…
Kürsüye geçip de hitabetinizin şiddetiyle küçük depremler yaratarak seyircileri zangırdatmanın, başbakan olmanın, Everest’e tırmanmak gibi fuzuli yüksek işlerin adamı değil de; en sevdiğiniz işin “yazmak” olduğunu fark ettiğinizde; yani seçip bir “karar” verdiğinizde bütün varlığınızla ona yönelmek istiyorsunuz. Bazen birbiriyle ilintili, yazıyı takviye edici, kişiliğinizi besleyecek meşguliyetler bile; yazma saatlerinden çalan, odaklanmayı engelleyip, atmosferi dağıtan, tahammülü zor bir algılama biçimine dönüşüyor.
Bir hatıramla bu durumu size anlatmak isterim. Bilgisayar kursuna gitmiştim. Kursta iki yazar arkadaş daha vardı: Nurten Selma Çevikoğlu, Ayşen Şenay Özkan…Bir aydan sonra fevkalâde sıkılmaya başladım. Gönlünce yazamamak, okuyamamak, mecbur bırakılmak beni ziyâdesiyle yordu. Bir gün aniden Hoca’nın verdiği ödevi bıraktım ve sınıfta hikâye yazmaya başladım. Yazıyı deli gibi özlemiştim, uçuşa(!) geçmek istiyordum; rakamlardan, şirketlerden, dünyanın dönmesinden, seyyarelerden, mektepten, el(âlem)den bana neydi. Halimde disipline gelmeyen tabiatımın payı olduğu kadar; sadece yazıyı kafaya koyan, başka rakip uğraşlara hak tanımayan, önceliği birinciliği daima kendisine vermek isteyen, “kıskanç ve bencil edebiyat tutkusunun da” rolü vardı. “Üstün Bilgisayarcılığımla(!)”, “A sınıfı, takdirlik öğrenciliğimle” dalga geçtiğim, “Hüsniye Kursa Gidiyor” öyküsü o günlerden kalmadır.
Neticede, “Yazan ruhun”, kör bir âşık gibi, kalbimi peşimi hiç bırakmamasını yeğlerim.
Küçükkoner: Hikâye kahramanlarınızı hayattan mı seçiyorsunuz, yoksa bunlar muhayyel mi?
Koçak: Görüldüğü üzere, her ikisi de mevcut. Ama ne yazarsanız yazın neticede, yaşadığınız, bildiğiniz, tanık olduğunuz yahut “duygu-sezgi” olarak bastıran, sizi kıstıran gerçeklerin kısıtlaması ve tahakkümü altında, “dünya ölçülerine” başvurarak, verili- çizili-yaz(g)ılı olanı anlatıyorsunuz. Kaleme alırken de kurguluyor, özel vurgular yapıyor, şahsî üslubunuzu kullanıyorsunuz, son tahlilde ister istemez değişiyor.
Birebir, olduğu gibi kişilikleri hiç vermedim. Tamamen gerçek karakterlerle; tarafsız davranıp, bütün cepheleri, sahiciliğiyle şahsiyeti doğru yansıtacağınızdan emin olamıyorsunuz. Zor bir iş gibi geliyor.
Hürriyeti ve hakikatten yola çıksak da, kendi boyayıp, tezyin ettiğim kahramanları daha çok seviyorum. Çünkü bu sayede karma karakterler meydana getirebiliyor, üzerinde istediğiniz oynamaları yapabiliyorsunuz. Sâdık kalma, ka(lı)bına uyduracağım diye bir kaygınız yok, özgürsünüz.
Fakat son çalışmamda, bunun dışına çıktım. Tamamen gerçek kahramanlar…
Küçükkoner: Geçen yıl iki eser birden verdiniz. Yayınlarınıza aynı hızla devam etmeyi düşünüyor musunuz?
Koçak: Eğer eser doğuyorsa elbette yayınlanmasını isterim. Çünkü ileri zamanlardaki şartları bilemiyorum. Son fırsat gibi düşünürüm, edebiyatı seviyorsanız, türlü hesapçı düşüncelerden ziyade; “gün ışığına çıksın, yenilerine yol açılsın, beş-on değil boyumu aşan kitaplarla hayatı selâmlayayım ve öyle vedalaşayım” diyebilirsiniz.
İnşa ibdâ zevkinin hep fazlalaşmasını, çeşitlenmesini, ufka doğru serazat ilerlemesini arzu edersiniz. Biri biterken, yenisini kucaklayayım, bambaşka bir atmosferde, kahramanlarınızın, sizin meydana getireceğiniz bir vasatın haz dolu aguşunda yer almayı, yaşamayı dilersiniz. Bazen gerekse de, durmak değil; “Hamle etmek, hareket esastır” diye yol çizersiniz.
“Dem bu demdir” hikmeti, edebî işlerde de geçerli diye düşünüyorum. En azından şahidiz, zekâ ve beden çabuk eskiyor. “Hayırlı işlerin acelesi”; “emanetin” değerlendirilmesi; “ömrün kısalığı” fikri ve endişesi ruhumu sarıyor diğer yandan.
Ancak cüz i iradenin ve aklın kuvveti(!), cirmi de düşündürüyor. Kısmet?
Küçükkoner: Makaleleriniz de beğenilerek okunuyor. Biraz da bu yönünüzden bahseder misiniz?
Koçak: Beynimde yüreğimde ayrı sesler, farklı müzikler var. Dolayısıyla bazen deneme, makale şeklinde arz ı endam ediyor; bazen öykü diyerek yürüyor; romana hevesleniyor. Herhalde bir noktadan sonra cesaretiniz ve yeni edebî yolculuklara hevesiniz de artıyor.
Bir bölükte; araştıran, belki erkeğimsi bir özellik taşıyan soğukkanlı yönelim…diğer tarafta; gökyüzünden elma devşiren, pembe atlara binip sefere çıkan, yaramaz muzip cıvıltılı bir hatun manzarası. Tefekkürün ağırbaşlılığı ve çocuksuluğun hamlığın hercailiği, serseri gezinen yumuşak meraklar, bir yerde, bir gökte… İkisi, hatta daha çoğu da sizsiniz.
Küçükkoner: Tanınmış bir yazarsınız. Her meslek mensubunun bir hedefi vardır. Siz de böyle bir hedef belirlediniz mi?
Koçak: Yenilenen ve insanoğlunun muhteris bir varlık olmasından dolayı; tekrarlanan, süre giden hedefler var. Hayatımın(!) kitapları (roman, hikâye ve denemelerini) yazmak; ruh mürekkebiyle akıtmak; sadece parmaklarımın değil, tüm mevcudiyetimle “kalemleşmek”, Kâinat’ın yazdıklarını devşirmek, suskun gönüllerin gizli lisanını yakalamak, “Merkez’in” dediklerini işitmek…
İlerleyen süreçte ne mânâ, veçhe alır bilemem ki; biz “sailiz” dünyevîsini de uhrevisini de isteriz, “aman yan cebime koy; heybem dolsun” deriz…
Fakat eli öpülesi bir büyüğüm, dikkatimizi çekerek şöyle söylerdi: “Hakk’ın plânı neydi?”. Sonuçta sadece O’nun hükümleri yürürlükteydi. Ara sıra hayalimi geniş tutmakla beraber, durduğum noktayı da ben planlamamıştım. Ayrıca ahval ve şeraitle beraber, hedefleriniz de durmaksızın değişir akar.
Küçükkoner: Son zamanlarda yaptığınız çalışmalarınız var mı? Ve bunu bizlerle paylaşır mısınız?
Koçak: Elbette. Boş durmak olmuyor. İllaki bir şeyler sizi yazmaya itiyor. En son olarak, babamın fikirbabası olduğu “sarılmak” isimli bir roman üzerinde çalışmaktayım.
Küçükkoner: Hayatınızda unutamadığınız bir anınızı anlatır mısınız?
Koçak: Bir sevdiğimin kalp krizi geçirerek, beş dakika yüreğinin durması ve mucizevî bir şekilde hayata, aramıza dönüşü… Ölüm karşısında bütün zavallı günlük dertlerimiz, vehimle devleştirip türlü sıkıntılar yükleyip ağırlaştırdığımız mevcudiyetimiz, enayi enaniyetimiz; ne derece küçülüyor, siniyor, susuyordu.
Herhalde hayatımızın bütün muhasebe, ayarlarını, bu bedâhete göre yapmalı ve ulvî gerçeğe uygun yaşamalıydık. Ders büyüktü. Lâkin anlayabildik mi bilmem!
Küçükkoner: Bu yoğunluğunuz içinde zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederim.
Koçak: Ben de teşekkür ederim.
2002’de, Beyan Yayınları’nın açtığı “İlk Romanlar Yarışması’nda”, “Sinderella’nın Pabucu (Çoban Aşkın Çocuğuydu)” isimli romanıyla üçüncü oldu.
Pakistan’da 2002’de Mesut Akhtar Shaikh tarafından Urduca yayınlanan “Türkiye’nin En Güzel Hikâyeleri” isimli antolojide, “Hayriye’nin Düğünü”yle; 2005’de İngilizce hazırlanan “Turkish Delight” isimli kısa hikâye antolojisinde de “Yoksulların Annesi” ile yer aldı.
2008’de, Deniz Kültür tarafından yapımcılığı üstlenen “Sesli Edebiyat/Öyküler Sesleniyor” isimli seçkiye “Hayriye’nin Düğünü” ile dahil oldu.
Edebistan.com, 40ikindi.com, Sanatalemi.net, 7edi İklim, Edebiyat Otağı, Berceste gibi muhtelif dergi ve gazetelerde öykü ile denemeleri yayınlandı.
Halen “Merhaba Gazetesi”nde köşe yazarlığını sürdürüyor.
ESERLERİ
“Saklı Değerler” (öykü) 2003, “Bırakın Güzel Konuşsun” (deneme) 2004, “Muhabbet Buyursun Gelsin” (öykü) 2005, “Bana Gönülden Çalıp Söyle” (deneme) 2006,“Bekleyen” (öykü) 2006, “Çoban Aşkın Çocuğuydu” (roman) 2006, “Ey Ruh(um) Geldinse Masaya Vur” (deneme) 2007, “Havva Hanım’ın Gamzesi” (öykü) 2007, “Ötede” (deneme) 2008, “Edibâne Süz(ül)üşler” (deneme) 2008.
Hani bazı insanlar vardır, çok konuşurlar ama anlattıkları ipe sapa gelmez manâsız şeylerdir. Diğer bir insan tipi de gene çok konuşur fakat anlattıkları o kadar güzel şeylerdir ki, konuşmayı hiç bırakmasın istersiniz. Bu bir gevezelik değildir. O konuşurken siz zamanın nasıl akıp gittiğini anlamazsınız. Bir başka insan profiline bakacak olursanız, o da konuşmayı fazla sevmez ama ruhunun incelikleri sizin önünüze bazen bir şiir, bazen bir resim, heykel, bazen de güzel bir roman ya da hikâye olarak bütün güzelliğiyle çıkıverir.
Şubat ayının bu son Salı gününde röportaj konuğum, ruhundaki şıklıkları, hikâyelerine, romanlarına, kimi zaman içindeki çocuksu muzurlukla aktarmış hoş bir hanımefendi. Duruşundaki asaletle sizleri etkileyen Hüzeyme Yeşim Hanım, konuşurken seçtiği kâfi kelimelerle de beni yormamaya özen gösterdi. Mutevazı, alçakgönüllü, abartıdan hoşlanmayan bir yaşam tarzı olan Hüzeyme Yeşim Hanım’ı tanımaktan dolayı gerçekten mutluyum.
Şimdi yapmış olduğum sohbete siz okurlarımı da alarak, güzel bir yarım saat geçireceğinizi umuyorum…
Küçükkoner: Köklü ve kültürlü bir aileye mensupsunuz. Bu yazarlığınıza nasıl etki etti?
Koçak: Dedelerimin, büyük dedelerimin mümeyyiz vasıfları düşünülürse, kat etmem gereken mesafenin açıklığı ve imkânsızlığı bütün netliğiyle görülür. Fakat daha çok sanata meyyal bir yoğunlaşma ve yapılaşmayı da ret edemem. Herhalde kader sırrı böyle tezahür etti.
Babamın babası Muallim Mustafa Bolay, Birinci Dünya Savaşı ve İstiklâl Harbi gazisiydi. Ondan hiç değilse, “istiklâl, vatan” kavramı, bayrak sevgisi ve bir maneviyat temeli tevârüs etmiş olmalıyım.
Amcalarım, Prof. Dr. Süleyman Hayri ve merhum Prof. Dr. Mehmet Naci Bolay, başka güzel örneklerdi.
Babam İsa Ruhi Bolay ise çalışkanlığı, teşvikleri, edebi ile seçkin bir numuneydi. Son dönem bir kısım çalışmalarım onun sayesinde gerçekleşti. İzleyeceğim yol üzerinde belirleyiciydi. Herkese nasip olmayan, ışıklı bir baba!
İç-dış sayısız tesir ve genetik iz davet edici, sizi tetikleyici özellikler halinde ortaya çıkabiliyor.
Küçükkoner: İlk eserinizden bahseder misiniz?
Koçak: “Saklı Değerler”… “Hayriye’nin Düğünü, Yürekteki Kuş; Saklı Değerler” gibi ödüllü, seçkilere giren; “Uzayda Herhangi Bir Ülke” gibi, ironiyle yazma yeteneğimin göründüğü hikâyelerin birleştiği; “Geçmiş Zaman Esintileri” benzeri, denemeye çalan; “Kahramanım Sizsiniz” gibi dinî metinlerin bir araya geldiği… Bir birikimin hâsılanın, bereketin sergilendiği; geleceğin temellendiği, bazı tohumların atıldığı, pırıltılı, benim için çok anlamlı ilk kitap…
Küçükkoner: Eserlerinizi zengin bir dille kaleme alıyorsunuz. Bunu çok önemsiyoruz; maalesef pek çok yazar aynı hassasiyeti göstermiyor. Biraz bundan bahseder misiniz?
Koçak: Kelimeleri önemsiyorum. Aksi bir durumda… Eğer aşçıysanız, pişirdiğiniz yemeğin lezzetini eksik, yazarı da tattan çalmış biri gibi hissediyorsunuz.
Ustalık herhalde biraz da bu güzellik dengesini bulup bulamamanıza, bir yazı kararı, üslûp letafeti, özgün bir sanat(çı) ayarı kurup kurmadığınıza bağlı.
Kelimeler sözünüz, şarkınız, istinatgâhınız, zînetiniz, pusula merkez ve elçiniz; dört gözle büyüteceğiniz bebeğiniz… Hasbahçenizin çiçekleri, elbiseniz, gökle irtibatınızı sağlayan periler, edebiyat devâsa yüce bir lâmbaysa, içinden fırlayan cinler, hep sonsuzu gösteren vakit…Edebistan’da yapılan keşif fetihler.
Her isim bir kelime ve yazar “Hüzeyme”…Herkes kelimelerin içinde; yaşamımız kurduğumuz uzun bir cümle. Ben hep hecelemekle meşgulüm.
Küçükkoner: Velûd bir yazarsınız. Bunu neye borçlusunuz?
Koçak: Önce lütuf. Çünkü şevki, sevgiyi, istidadı, zamanı ve kıvamı ganîce önümüze getiren Rab.
Edebiyatı bir yönüyle muhteşem bir “oyunculuk” gibi de görürüm. Karakterlerinizin hüviyetine bürünür, tesir altına girer ağlar gülersiniz(Mizah yazarken önce kendim fıkırdarım). Sonra kelimelerinizle kitaplarla yazı sahnesinde, bir çeşit tiyatro oynatırsınız ve iyi yazarsanız, şansınız da varsa karakterleriniz ayaklanır, okurun gönlünde zihninde oynamaya başlar. Canlandırırken “canlanırsınız”.
Yazarcılığı evvelâ özbeöz zatınıza oynarsınız ve bu harikulâdedir. Bazen hayatta sırf bunun için var olduğunuzu düşünürsünüz. Eşsiz menentsiz duygular. Ve sahnenizde, değişmez bir yudum sarhoş iktidar…
Kürsüye geçip de hitabetinizin şiddetiyle küçük depremler yaratarak seyircileri zangırdatmanın, başbakan olmanın, Everest’e tırmanmak gibi fuzuli yüksek işlerin adamı değil de; en sevdiğiniz işin “yazmak” olduğunu fark ettiğinizde; yani seçip bir “karar” verdiğinizde bütün varlığınızla ona yönelmek istiyorsunuz. Bazen birbiriyle ilintili, yazıyı takviye edici, kişiliğinizi besleyecek meşguliyetler bile; yazma saatlerinden çalan, odaklanmayı engelleyip, atmosferi dağıtan, tahammülü zor bir algılama biçimine dönüşüyor.
Bir hatıramla bu durumu size anlatmak isterim. Bilgisayar kursuna gitmiştim. Kursta iki yazar arkadaş daha vardı: Nurten Selma Çevikoğlu, Ayşen Şenay Özkan…Bir aydan sonra fevkalâde sıkılmaya başladım. Gönlünce yazamamak, okuyamamak, mecbur bırakılmak beni ziyâdesiyle yordu. Bir gün aniden Hoca’nın verdiği ödevi bıraktım ve sınıfta hikâye yazmaya başladım. Yazıyı deli gibi özlemiştim, uçuşa(!) geçmek istiyordum; rakamlardan, şirketlerden, dünyanın dönmesinden, seyyarelerden, mektepten, el(âlem)den bana neydi. Halimde disipline gelmeyen tabiatımın payı olduğu kadar; sadece yazıyı kafaya koyan, başka rakip uğraşlara hak tanımayan, önceliği birinciliği daima kendisine vermek isteyen, “kıskanç ve bencil edebiyat tutkusunun da” rolü vardı. “Üstün Bilgisayarcılığımla(!)”, “A sınıfı, takdirlik öğrenciliğimle” dalga geçtiğim, “Hüsniye Kursa Gidiyor” öyküsü o günlerden kalmadır.
Neticede, “Yazan ruhun”, kör bir âşık gibi, kalbimi peşimi hiç bırakmamasını yeğlerim.
Küçükkoner: Hikâye kahramanlarınızı hayattan mı seçiyorsunuz, yoksa bunlar muhayyel mi?
Koçak: Görüldüğü üzere, her ikisi de mevcut. Ama ne yazarsanız yazın neticede, yaşadığınız, bildiğiniz, tanık olduğunuz yahut “duygu-sezgi” olarak bastıran, sizi kıstıran gerçeklerin kısıtlaması ve tahakkümü altında, “dünya ölçülerine” başvurarak, verili- çizili-yaz(g)ılı olanı anlatıyorsunuz. Kaleme alırken de kurguluyor, özel vurgular yapıyor, şahsî üslubunuzu kullanıyorsunuz, son tahlilde ister istemez değişiyor.
Birebir, olduğu gibi kişilikleri hiç vermedim. Tamamen gerçek karakterlerle; tarafsız davranıp, bütün cepheleri, sahiciliğiyle şahsiyeti doğru yansıtacağınızdan emin olamıyorsunuz. Zor bir iş gibi geliyor.
Hürriyeti ve hakikatten yola çıksak da, kendi boyayıp, tezyin ettiğim kahramanları daha çok seviyorum. Çünkü bu sayede karma karakterler meydana getirebiliyor, üzerinde istediğiniz oynamaları yapabiliyorsunuz. Sâdık kalma, ka(lı)bına uyduracağım diye bir kaygınız yok, özgürsünüz.
Fakat son çalışmamda, bunun dışına çıktım. Tamamen gerçek kahramanlar…
Küçükkoner: Geçen yıl iki eser birden verdiniz. Yayınlarınıza aynı hızla devam etmeyi düşünüyor musunuz?
Koçak: Eğer eser doğuyorsa elbette yayınlanmasını isterim. Çünkü ileri zamanlardaki şartları bilemiyorum. Son fırsat gibi düşünürüm, edebiyatı seviyorsanız, türlü hesapçı düşüncelerden ziyade; “gün ışığına çıksın, yenilerine yol açılsın, beş-on değil boyumu aşan kitaplarla hayatı selâmlayayım ve öyle vedalaşayım” diyebilirsiniz.
İnşa ibdâ zevkinin hep fazlalaşmasını, çeşitlenmesini, ufka doğru serazat ilerlemesini arzu edersiniz. Biri biterken, yenisini kucaklayayım, bambaşka bir atmosferde, kahramanlarınızın, sizin meydana getireceğiniz bir vasatın haz dolu aguşunda yer almayı, yaşamayı dilersiniz. Bazen gerekse de, durmak değil; “Hamle etmek, hareket esastır” diye yol çizersiniz.
“Dem bu demdir” hikmeti, edebî işlerde de geçerli diye düşünüyorum. En azından şahidiz, zekâ ve beden çabuk eskiyor. “Hayırlı işlerin acelesi”; “emanetin” değerlendirilmesi; “ömrün kısalığı” fikri ve endişesi ruhumu sarıyor diğer yandan.
Ancak cüz i iradenin ve aklın kuvveti(!), cirmi de düşündürüyor. Kısmet?
Küçükkoner: Makaleleriniz de beğenilerek okunuyor. Biraz da bu yönünüzden bahseder misiniz?
Koçak: Beynimde yüreğimde ayrı sesler, farklı müzikler var. Dolayısıyla bazen deneme, makale şeklinde arz ı endam ediyor; bazen öykü diyerek yürüyor; romana hevesleniyor. Herhalde bir noktadan sonra cesaretiniz ve yeni edebî yolculuklara hevesiniz de artıyor.
Bir bölükte; araştıran, belki erkeğimsi bir özellik taşıyan soğukkanlı yönelim…diğer tarafta; gökyüzünden elma devşiren, pembe atlara binip sefere çıkan, yaramaz muzip cıvıltılı bir hatun manzarası. Tefekkürün ağırbaşlılığı ve çocuksuluğun hamlığın hercailiği, serseri gezinen yumuşak meraklar, bir yerde, bir gökte… İkisi, hatta daha çoğu da sizsiniz.
Küçükkoner: Tanınmış bir yazarsınız. Her meslek mensubunun bir hedefi vardır. Siz de böyle bir hedef belirlediniz mi?
Koçak: Yenilenen ve insanoğlunun muhteris bir varlık olmasından dolayı; tekrarlanan, süre giden hedefler var. Hayatımın(!) kitapları (roman, hikâye ve denemelerini) yazmak; ruh mürekkebiyle akıtmak; sadece parmaklarımın değil, tüm mevcudiyetimle “kalemleşmek”, Kâinat’ın yazdıklarını devşirmek, suskun gönüllerin gizli lisanını yakalamak, “Merkez’in” dediklerini işitmek…
İlerleyen süreçte ne mânâ, veçhe alır bilemem ki; biz “sailiz” dünyevîsini de uhrevisini de isteriz, “aman yan cebime koy; heybem dolsun” deriz…
Fakat eli öpülesi bir büyüğüm, dikkatimizi çekerek şöyle söylerdi: “Hakk’ın plânı neydi?”. Sonuçta sadece O’nun hükümleri yürürlükteydi. Ara sıra hayalimi geniş tutmakla beraber, durduğum noktayı da ben planlamamıştım. Ayrıca ahval ve şeraitle beraber, hedefleriniz de durmaksızın değişir akar.
Küçükkoner: Son zamanlarda yaptığınız çalışmalarınız var mı? Ve bunu bizlerle paylaşır mısınız?
Koçak: Elbette. Boş durmak olmuyor. İllaki bir şeyler sizi yazmaya itiyor. En son olarak, babamın fikirbabası olduğu “sarılmak” isimli bir roman üzerinde çalışmaktayım.
Küçükkoner: Hayatınızda unutamadığınız bir anınızı anlatır mısınız?
Koçak: Bir sevdiğimin kalp krizi geçirerek, beş dakika yüreğinin durması ve mucizevî bir şekilde hayata, aramıza dönüşü… Ölüm karşısında bütün zavallı günlük dertlerimiz, vehimle devleştirip türlü sıkıntılar yükleyip ağırlaştırdığımız mevcudiyetimiz, enayi enaniyetimiz; ne derece küçülüyor, siniyor, susuyordu.
Herhalde hayatımızın bütün muhasebe, ayarlarını, bu bedâhete göre yapmalı ve ulvî gerçeğe uygun yaşamalıydık. Ders büyüktü. Lâkin anlayabildik mi bilmem!
Küçükkoner: Bu yoğunluğunuz içinde zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederim.
Koçak: Ben de teşekkür ederim.