Ülkemizdeki hukuk uygulamasına baktığımızda hukuk fakültesinden mezun olan yeni hâkim, savcı ve avukat adaylarını önüne konulan en büyük engellerden birisi “teori başkadır, uygulama ise daha başkadır” ifadesidir.
Türkiye’de bu sebeple hukuk uygulamaları hem çok verimli hem de çok zor bir alanı ifade eder.
Bu nedenle hukuki uygulamalar zaman zaman uygulayıcılardan gelen tenkitlerden daha çok mizahi tenkitlerle tenkit edilir.
Bizim ülkemizde hukuksuzluk gerçekten en büyük ve önemli bir sorun olarak görülür.
Özellikle de dini inanç ve ibadetlerde Müslüman, hukuki uygulamalarda seküler hukuk karşısında sürekli olarak bir ikilem içinde olan insanlar için.
Müslümanlar uygulamadaki seküler Hukuki kavramları karşısında kendilerini rahatlatmak için hukuk yerine vicdan kavramını ikame etmeye çalışmışlardır.
Ya da daha açıkçası hukuki sekülerlik uygulamalarının yıpratılarak hukukun vicdanlaştırılması gibi bir garabet ortaya koymuşlardır.
Bunun içinde İslam Hukukundan elde ettikleri ilahiyatı araçlaştırarak yani bir şifre kırıcı mefhum olarak toplumun çıkarları için kullandıklarını söyledikleri pragmatik bir hukuki kavram haline dönüştürmüşlerdir.
Hal böyle olunca maalesef hem evrensel hukuk hem de güncel hukuk kavramları boyut değiştirmiş ve kişilerin durdukları yere göre hukukun üstünlüğü yerine üstünlerin hukukunun ortaya çıktığına dair toplumda şikâyetler artmıştır.
Burada sorunun özünü ortaya koymak için bir soru sormak gerek.
Yargılamanın Hâkim, savcı ve avukat üçlüsünün temel dayağı anayasa ve kanunlar mıdır yoksa vicdanları mıdır?
Hem anayasa hem de vicdanlarıdır diyenler varsa o zaman neden mahkemelerden kanun ve vicdana dayalı olarak verilen kararlar hâkim, savcı ve avukat üçlüsünün hepsini kapsayacak ölçüde tatmin edici olmamakta ve çok sık karşılaşıldığı ölçüde savcı veya avukattan birisi tarafından temyiz edilmekten kurtulamamaktadır.
T.C. Anayasasının 138. maddesinin 1. Fıkrası üzerinde pek çok kişinin uzlaştığı şekilde hukuki metinlere yani kanunlara değil de vicdani kanaate vurgu yapıyorsa ve buna göre de Hâkimler, görevlerinde bağımsız olarak, Anayasa’ya, kanuna ve hukuka uygun olmak kaydı ile vicdanî kanaatlerine göre hüküm veriyorlar ise neden hukukun iddia ve savunma kanadı hâkimlerin vicdani kanaatlerine göre verdikleri kararlara saygı duymak yerine sanki keyfi karar vermişler gibi üst mahkemelerde bozdurma yoluna gitmektedirler.
Maalesef bugün ülkemizde hukuki olarak verilen kararlar siyasi düşünceler, vicdan ve ahlâk mefhumlarının farklılığı nedeniyle hukukun asıl muhatabı olan şikâyetçi olan veya şikâyet olunan insanlar nazarında uyulan ancak saygı duyulmayan kararlar haline gelmektedir.
Buna bir de mahkemelerin iş yükünü ağırlığı nedeniyle sıkça başvurulan ve asla bir meslek haline gelmemesi gerekirken maalesef teori başka uygulama başka garabetinin bir başka örneğini gördüğümüz bilirkişilik müessesesini kazanç ve menfaat kapısı görenlerin yanlı davranışlarının hukuki metinler ve toplumun vicdanı ile örtüşemeyen raporlarının oluşturduğu ağır tahribat eklenince yıllarca süren mahkeme safhası nedeniyle yargıya güven azalırken nasılsa herkes aynı şeyleri yapıyor şeklinde ifade edilen hukuksuzluklar meşruluk kazanmış olmaktadır.
Yargılamanın sacayağı olarak ifade edilen avukat, savcı ve hâkim üçlüsünün belki de uygulamada karşılaştığı en büyük problem “burada işler senin bildiğin gibi veya fakültede derslerde öğretildiği gibi yürümez" sözünde ifadesini bulan hukukun vicdan ile sekülerlik arasına sıkışmış olmasıdır.
Bir kez daha ifade etmekte yarar var.
Hâkimlerin gerekçeli kararlarından tatmin olmayan ve vicdanlarında farklı bir karar çıkacağına dair düşünce barındıran avukat savcı ikilisinin temyiz itirazları ile hâkimlerin kararı beğenmiyorsan temyiz et ifadeleri ortada bir vicdan sorunu olduğunun en açık delilidir.
Adaletin soyut bir kavram olduğu iddia edilirse buna karşı vicdan da soyut bir kavramdır iddiası konulur ve her ikisinin de insandan insana değişen bir kurgusunun olduğu ortaya çıkar.
Her şeyde olduğu gibi hukukta da eski günler yâd edilecekse, laiklik maskesi altında seküler hukuki dayatma yapanların yanlışlıklarının ortaya konulduğu gibi vicdan maskesi altında muhafazakâr hırsızlık yapanlarında yaptıkları ortaya konuluverir.
Sekülerliğin mi yoksa muhafazakârlığın mı ahlaki zaafları daha çok açığa çıkarıyor olduğunun gerçek hukukçular tarafından zamanı geldiğinde ortaya konulacağından kimsenin en ufak bir şüphesi olmaması gerekir.
Abdülaziz KIRANŞAL beyin tarifiyle; “Sıkışınca yalan söyleyebilen, kafası bozulunca küfür edebilen, dara düşünce faiz yiyebilen, ilk fırsatta kul hakkına girebilen, yeri gelince harama bakabilen, Çin malı gibi, görüntüsü muhteşem, dayanıklılığı, direnci, kalıcılığı, etkisi sıfır bir hukuk” ne seküler hukuk, ne de vicdani hukuktur.