“İlk örnekleri 17. yüz yılın sonlarına doğru görülmeye başlanan “Hilye-i Saâdet”, “Hilye-i Nebevî”, “Hilye-i Peygamberî” gibi kısaca “Hilye”ler Peygamber Efendimizin kutsal vasıflarını, saç ve göz rengini, vücut biçimi, tavır ve hareketlerini özellikleriyle anlatan, özel formlarda düzenlenmiş levhalara verilen isimdir. Kaynaklarda açıkça yer almamakla beraber, ilk defa hattat Hâfız Osman (Ö: 1698) tarafından levha şeklinde yazılmış olduğu kabul edilmektedir. (Mustafa Uzun, “İslâm Ansiklopedisi”, T.D.V. Yay. İst. 1998, c.18,s.47)
Sözlükteki sıradan anlamı “Süs, ziynet, cevher, güzel sıfatlar, güzel yüz” olan hilyeler, aslında hattat’ın değişik kompozisyonlar uygulayarak ve müzehhibin (süsleyici) de çeşitli tezhip örnekleri göstererek, başka bir deyişle âdeta “ziynetlendirdiği” iddialı eserlerdir.” (İskender Pala, a.g.e. s.1; Erol Özbilgen, a.g.e. s.569)
Türk Milleti bu hususta da diğer Milletlerden çok farklı davranmış, Hilye ve Şemâil’lerin en güzel örneklerini vermişler, bunların kenarına yaptıkları tezhib’lerle içindeki Peygamber sevgisinin ne kadar derûnî olduğunu ispat etmişler, bugün bile ecnebileri hayran bırakan harika eserler meydana getirmişlerdir.
Her eve, her dükkâna ve iş yerine bunları, en azından birini asmışlardır. İslâm inançları yönünden sağlam temellere oturmamakla beraber; iyi niyetleri ve Peygamber’e olan muhabbetlerinin neticesi, bunların asıldığı evlere belâ ve musîbetlerin gelmeyeceğine, o evde bolluk ve bereket olacağına, hâne halkının huzur ve mutluluk bulacağına inanmışlardır. Muska yapıp yanlarında taşımışlar, her zaman Peygamberi ile beraber olmayı istemişlerdir. Hatta Hilye ve Şemâilleri ezberleyerek Hz. Peygamberi rüyada görebilmek için, her gece yatarken okumayı âdet edinenler bile olmuştur. Cephelerde hayatının baharında dini, vatanı ve Milleti için canını feda, kanını sebil edip şehit olan Mehmetçiklerin koynundan Kur’an cüzleri veya bunlardan biri çıkmıştır.
Hilye-i Saâdet özetinden:
“Rasûl-i Ekrem ve Fahr-i Âlem Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve sellem hazretleri, hılkatçe ve ahlâkça, nev-i benî âdemin ekmeli idi. Hep, enbiyâ-i izâm aleyhimü’s-salâtü ve’s-selâm hazarâtı, tâmm’ül âzâ ve güzel yüzlü olup, Habîb-i Hudâ, onların en güzeli idi.
Mübârek cismi güzel, hep âzâsı mütenâsip, endâmı gayet matbû, alnı ve göğsü ve iki omuzlarının arası ve avuçları geniş, boynu uzun ve mevzûn ve gümüş gibi saf, omuzları ve pazuları ve baldırları iri ve kalın, bilekleri uzun, parmakları uzunca, elleri ve parmakları kalınca idi. Mübârek cildi ise ipekten yumuşak idi.
Kemâl-i îtidâl üzere büyük başlı, hilâl kaşlı, çekme burunlu, az değirmi çehreli ve söbüce yüzlü idi. Şişman yüzlü ve yumru yanaklı değildi.
Kiprikleri uzun, gözleri kara ve güzel, büyücek ve iki kaşının arası açık, fakat kaşları birbirine karîb idi. Ve iki kaşının arasında bir damar var idi ki, vakt-ı gazabda kabarıp görünür idi.
O Nebiyy-i Müctebâ, ezherüllevn idi; yâni ne kireç gibi ak, ne de kara yağız, belki ikisi ortası ve gül gibi kırmızıya mâil beyaz ve nûrânî ve berrak olup, mübârek yüzünde nur lemeân ederdi. Gözlerinin akında dahî az kırmızılık var idi. Dişleri, inci gibi âbdâr ve tâbdâr olup, söylerken ön dişlerinden nur saçılır; gülerken, fem-i saâdeti, bir lâtif şimşek gibi ziyâlar saçarak açılır idi. Saçları, ne pek kıvırcık, ne de pek düz idi ve saçlarını uzattığı vakit, kulaklarının memelerini tecâvüz ederdi. Sakalı sık ve tam idi. Uzun değil idi ve bir tutamdan ziyâdesini alırdı.
Âlem-i bekâya rıhlet buyurduklarında saçı, sakalı henüz ağarmağa başlamış, başında biraz ve sakalında yirmi kadar beyaz kıl var idi.
Cismi nazîf, kokusu latîf idi. Koku sürünsün sürünmesin, teni ve teri en güzel kokulardan âlâ kokardı. Bir kimse O’nunla musâfaha etse, bütün gün O’nun râyiha-i tayyibesini duyardı ve mübârek eliyle bir çocuğun başını meshetse, râyiha-i tayyibesiyle o çocuk, sâir çocuklar arasında mâlûm olur idi.
Doğduğu vakit dahî nazîf ve pâk idi ve sünnetli ve göbeği kesik olarak doğmuş idi.
Havâssı fevkalâde kavî idi. Pek uzaktan işitir ve kimsenin göremiyeceği mesafeden görür idi.
Hep harekâtı mûtedil idi. Bir yere azîmetinde acele ve, sağ ve sola meyletmeyip, kemâl-i vekaar ile doğru yoluna gider ve fakat sür’at ve sühûlet ile yürür idi. Şöyle ki; âdetâ yürür gibi görünür, lâkin yanında gidenler, sür’at ile yürüdükleri hâlde geri kalırlar idi.
Elhâsıl en mükemmel ve müstesnâ sûrette yaratılmış bir vücûd-ı mes’ud ve mübârek idi.”
Bazı kardeşlerimizin yukarıdaki metni anlamakta zorlanabilecekleri düşüncesi ile, Hadis ve Menâkıb kitaplarından derlenmiş bir tablo daha arz ediyorum:
“Hazreti Peygamberin boyu ne çok kısa, ne de çok uzundu, orta boyluydu. Ne kıvırcık kısa, ne düz uzun saçlı, saçı, kıvırcıkla düz arasında idi. Değirmi (yuvarlak) yüzlü, duru beyaz tenli, iri ve siyah gözlü, uzun kirpikliydi. İri kemikli ve geniş omuzluydu. Göğsü, ortadan karnına kadar kılsızdı. İki avucu ve tabanları dolgundu. Yürüdüğü zaman, sanki yokuş aşağı iner gibi rahatlıkla ilerlerdi. Sağına ve soluna baktığında bütün vücuduyla dönerdi. İki omuzu arasında "Nübüvvet Mührü" vardı. Bu Onun sonuncu peygamber oluşunun nişânesi idi. O, insanların en cömert gönüllüsü, en doğru sözlüsü, en yumuşak huylusu, en arkadaş canlısıydı. Kendilerini ansızın görenler Onun heybeti karşısında sarsıntı geçirirler, fakat üstün vasıflarını bilerek sohbetinde bulunanlar ise, Onu her şeyden çok severlerdi.
Oturuş tarzları: Peygamberimiz kimseye darlık vermemek için, ashab içinde ayaklarını uzatıp oturdukları vaki değildir. Umûmiyetle kıbleye müteveccih otururlardı. Yanlarına gelen misafirlerin altına çoğu zaman sırtlarındaki abayı serer ve otururlardı. Bazen de misafirlerine kendi minderlerini verirlerdi.
Konuşmaları: Peygamberimizin konuşmaları tatlı ve tesirli idi. Söz söyledikleri zaman gür ve yüksek sesle, kelimeleri tane tane söylerdi. Hatta dinleyenler sözlerini ezberleyebilirlerdi. Sözlerini umumiyetle üç defa tekrar ederler, konuşma esnasında başını yukarıya kaldırırlardı. Kimseye fena söz söylemez ve kimsenin sözünü kesmezdi. Boş söz asla konuşmazlardı.
Peygamber daima düşünür ve sükûtu ihtiyar ederlerdi. Lüzum hâsıl olmadıkça konuşmazlardı. Konuştukları zamanda her kelimeyi açık ve fasih olarak söylerlerdi. Elleriyle işaret ettikleri zaman bütün kolunu kaldırırlardı. Bir şeye taaccüp edince elini içeri çevirirlerdi. Bazen bir şey söylerken iki elini birbirine çarparlardı. Söz esnasında lâtîfe yaparak, gözlerini öne indirirlerdi. Nadiren güler, fakat ekseriya tebessüm ederlerdi. Bazı rivayetlere göre de Peygamberimiz hiçbir zaman kahkaha ile gülmemişlerdi. Resul-i Ekrem hiddetli hallerinde de, normal zamanlarında da dâima hakkı söylerlerdi. Kendileri güzel konuşurlar ve güzel konuşmayanlara da iltifat etmezlerdi. Konuşulması ve anlatılması gereken bazı şeylere kinâye yolu ile işâret ederlerdi. Kendileri sustukları zaman ashab konuşurlardı.
Giyinişleri: Rasûl-i Ekrem hazretleri giyinişlerinde muayyen bir tarz takip etmezler; izar, rida, gömlek ve cübbeden ne bulurlarsa onu giyerlerdi. Sâde giyinmeyi severler, yeşil elbiseden hoşlanır ve ekseriya beyaz giyerlerdi. Bazen işleme kaftan giydikleri de olurdu. Beyaz tenlerine çok güzel yakışan atlastan bir kaftanları vardı. Elbiselerini topuktan aşağı uzatmazlardı. Sarığının taylasanını omuzları arasına sarkıtırlardı. Bazı rivayetlere göre Allah'ın Rasûlü Hulle-i humra denilen, üzerinde kırmızı çizgiler bulunan yemen kumaşı kullanırlardı. Rasûlullahın irtihalini müteakip Hz. Aişe O'nun son dakikaları esnasında giydikleri elbiseyi halka göstermişlerdi. Bunlar yamalı bir örtü, el dokuması sert bir entariden ibaretti. Peygamberimizin ayakkabıları sandal şeklinde olup, bağları bağlanıp bu suretle ayaklarını tutarlardı.
Umûmi âdetleri: Peygamberimiz umûmiyetle sağ eliyle iş görmeyi severlerdi. Ayakkabılarını giyerken önce sağ ayakkabılarını giyerlerdi. Camiye girerken önce sağ ayağıyla adım atarlar, şayet birşey dağıtacak olursalar sağında bulunanlardan başlar ve bir iş yapacakları zaman besmele çekerlerdi. Elbiseyi de önce sağdan giyerler, soldan çıkarırlardı. Peygamberimiz ashabı künyeleriyle çağırır, çocuğu olan kadınlara da künyeleriyle seslenirlerdi. Çocuğu olmayan kadınlara da bir künye bulur ve öyle seslenirlerdi. Böylece herkesin gönlünü hoş ederlerdi.
Yemek yiyiş tarzları: Peygamberimiz zâhidane bir hayat yaşadıklarından, bulduklarını yerler ve kalabalıkla yemekten zevk duyarlardı. Yemeği yere diz çöküp, iki ayağı üzerine oturarak, besmele ile yerlerdi. Çok sıcak yemek yemezler ve sıcak yemekte bereket olmayacağını söylerlerdi.
Allah Rasulü elenmemiş arpa unundan yapılan ekmeği yerler, salatalığı da taze hurma ve tuz ile yerlerdi. Su içerken üç kerede içmeyi âdet edinmişlerdi. Her defasında besmele ile başlar ve hamd ile bitirirlerdi. Cemaat içinde su veya süt içtiklerinde kabı hemen sağındakine verir, böylece devretmesini arzu ederlerdi. İçtikleri kaba üflemezler, nefes vermezlerdi. Kabı uzaklaştırdıktan sonra nefes alır veya verirlerdi. Evin içinde bir cariyeden daha utangaç hareket ederler, yemek istemezler; ancak sofra kurulursa yerlerdi. Yedirilenden yer, içirilenden içerdi. Yiyecek ve içeceği bizzat kendisi aldıkları da olurdu.
DEVAM EDECEK