Öykü, kitap seslendirmelerine sıkça rastlanmadığı, sıradanlaşmadığı zamanlardı, Deniz Kültür’ün hazırladığı “Öyküler ‘Sesleniyor” projesi. Edebiyat, müzik ve tiyatronun iç içe geçtiği, Türkiye’de türünde ilk olan bu çalışma, bir nevî “Sesli Öykü Antolojisiydi”
İki setten oluşmuş seçkide, her birinde 100 olmak üzere, toplam 200 öykücümüz ve 42 CD’deki öyküleri yer alıyordu. Benim de gençlik yıllarında yazdığım; tiyatro-sinema oyuncusu Bedia Ener tarafından seslendirilen Hayriye’nin Düğünü öyküsü ile yer aldığım bu projenin, edebî hayatımda hoş bir hatırası vardır.
…
Hikâyemde, yalnız, kanserli, ölüm döşeğinde düşlerle yaşayan ve doktoruna âşık olan yaşlı bir kadın vardı.
Tabipler neyse de; oysa ömür boyunca, genellikle celladımıza âşıktık.
Ve Dünya matruşkalarından nice hikâye çıkar, nice okumalar yapılırdı.
Belki hikâyemizi, azgın bir benlik yazardı; şirret ego sesleri yükselirdi. Dışarıdan belli olmasa bile, içeriden(paslı kalplerden) gelenler, bastıranlar devredeydi.
Gazaplı, intikamcı, had bildiren, ölümlerden ölüm beğendiren sesler. Şer güçlerle ittifak edip birleşenler.
Aynalarda daima güzel bir yüz bize bakardı ve hiç değişmezdik, kusurlu mücrim çirkin olan hep başkalarıydı.
Kiminde hayvan sesleri, seyyar satıcı, reklamcılar, üçkâğıtçılar birikirdi.
Çoğalan, kokan çöplerin, kof hülyaların bastıran içsesi, nefesi tüketirdi.
Siz fark etmeseniz de bakarsınız sesiniz değişmiş, bambaşka bir kimliğe dönüşmüşünüzdü.
Gerçi hazık hekimler, temizlikçiler, rehberler de vardı.
Hikâyemizi yazarçizer, seslendirirdik. Yan oyuncular karışırdı. Oynar, devam eder, imzamızı atar giderdik. İnşallah kirletmeden, bozmadan dünyaya veda ederdik.
Cümleler kurardık, tutunduğunuz kelimeler önemliydi.
Ses sese karışırdı. Ses almalar devreye girer; taklitler, dublajlar çoğalırdı.
Ses yükselir, alçalır, boğulur. Sükûti, dilsiz bir hayalet gibi karışılırdı dünyaya.
Feryatlarınızı, çelişkilerinizi kimse duymazdı.
Kendi hikâyenizi seslendirdiğinizi zannederdiniz bazen.
Hâlbuki ömür boyu başkalarınınkini oynamışınızdı; özünüz uçup gitmişti ve hikâyeniz henüz bitmemişti.
Güzel cümleler kuramamış, sadırlarda dolaşamamış ve yürek seslerini duymamışsınızdı.
Hikâyemiz bitince nasıl seslendirilecek, dillendirilecekti. Önemli meseleydi.
Hikâyenizdeki iniş, çıkışlar; devreye giren oyuncular. Yolu kesen bölen, aydınlatan ya da çıkmaza sokan f/aktörler.
İşin hem bu yönü, inancımıza göre hem de öte tarafı vardı. Alacağımız notlar, yapılacak değerlendirmeler?
Surata, görünürde değil, hakikî biliş tanıyışlarda, “iyi bilirdik” ikrarları, şehadetleri.
Ve en önemlisi, hikâyenin neresindeydik. Muhtemelen vakit de daraldı.
Bu eski, bildik hikâyeyi yenilemeli, tazelemeli ve güzelleştirmeliydi herhalde. Soluklar tükense de hep filizlenmeli ve sürmeliydi.
Aslında insanın hikâyesi, birkaç cümleydi:
Dünyaya geliş, Habil’le Kabil arası varlık mücadelesi, seçimler, renk cümbüşü ille de kara; bulaşıcı körlük, üç maymun, ten büyüsü suç mahalli, helvadan mabutlar, ben kafesi, olmak ya da d(olmamak), köprüden düşenler, sahnedekiler, Bezm-i Elest kokusu, sema suyu, gök kuşağı, gönül uçuşlarıydı; Yunus diliydi.
Belki de.. tüm “Şarkılar Seni Söylerdi”