“Dünya görüşü” diye de adlandırılan din, en azından ona inananları mutluluğa götürmesi gerekir. Bir din düşünün ki kendine inanlarını bile mutlu edemiyor, onları bedbaht ve huzursuz bırakıyorsa, o din ilahi bir değildir. Kendini ilah (kanun koymaya yetkili) zenneden biri veya birilerince ortaya atılmış bir takım kurallarıdır.
Eğer bir din ilahi ise ki (yaratıcı, sadece kendin koyduğu dine inanların değil inanmayanların da yaratıcısıdır) bu gün tanrısına isyan halinde olan bir insanın yarın gerçekleri görerek onun dinine sarılacağı varsayımı ile hareket etmesi onun ilahlık gereğidir.
İkincisi de yaratıcı yarattığı insanlara hiçbir yarattığı canlıya vermediği akıl, rızık gibi nimetler vermiş ve onların yaşayabilmesi için bütün şartları da kendilerine verdiğinden dolayı onu imtihana (sınava) almaması düşünülemez.
İmtihana tabi tutulacak olanlara ise eşit hak ve görevler vermek önce imtihan yapacağım diyenin şanındandır. Yoksa inananlara başka sorular ve şartlar, inanmayanlara başka sorular ve şartlar o imtihana girecek olanlara adil davranılmadığını ve insanlara arasında ayırım yapıldığının işareti olacaktır. (Bu dünya sınavlarında başörtülü kızları çeşitli tevillerle (yorumlarla) sınava almayanların adaletini de varın siz düşünün)
O halde bir insan şöyle ibret gözüyle kendini uzuvlarına (organlarına), her gün yediği içtiği şeylere, başını kaldırıp gökyüzüne (uzaya) baksa ve bunların muazzam yapıları ile onların ne kadar sistemli bir şekilde çalıştıklarını görse bunlar onun iman etmesine yetecektir.
Ama insanoğlu, Allah’ın yaratılışta kendine verdiği akılla düşündüğü halde kendini yaratanı bulamaması ve bir de onu inkâra kalkışması ne kadar garip ve acınacak bir haldir.
BİR DÜNYA SINAVI
İmam-ı Azam hazretleri, henüz çocukken bir ateistin (Allah’a inanmayan) karşısına çıkartırlar ve onunla bir mübahase (fikir yarışması) yapmasını isterler. Bir uygun zaman belirlenir ve o gün halkın huzurunda imtihan yapılacağı ilan olunur.
Sorular da baştan bellidir. Bunlar, zamanımızda da özellikle gençlerimizin aklını bulandırmak için sorulan sorularla aynıdır; “Kâinat ve dünya kendi kendine yaratılmıştır. Onun bir yaratıcısı yoktur. İkincisi Allah varsa niçin görmüyoruz? Onu bana gösterin. Üçüncüsü Allah varsa, o şimdi ne işle meşguldür, gibi tam materyalist sorulardır”
O gün ve o saat gelir. Soruları hazırlayan adam ve halk oraya gelmişlerdir ama henüz İmam-ı Azam oraya gelmemiştir. Aradan biraz zaman geçer. Artık sabırlar tükenmek üzerineyken İmam-ı Azam hazretleri çıkar gelir. Kendisi için hazırlanmış kürsüye çıkar. Materyalist adamın ilk sorusu onu tenkit etmek olur.
Ey, benim sorularıma cevap verecek çocuk! Ben de seni bir şey zannettim. Sen daha söz verdiğin saatte henüz yerine bile gelmedin? Ya sorularıma nasıl cevap vereceksin? diye sorar. İmam-ı Azam;
“Çok özür dilerim. Gecikme, elimde olmayan sebeplerden oldu. Buraya gelirken yolum üzerine bir nehir çıktı. O nehri sal olmadan geçemedim. Biraz beklemem gerekti. Hemen yanı başındaki ormandan ağaçlar kesildiler. Benim bulunduğum yere geldiler. Bir araya yaklaştılar. Birbirlerine sıkıca bağlanıp bir sal oluşturdular. Ben ancak ondan sonra salın üzerine çıkarak karşı sahile geçmem mümkün oldu. Gecikme özrümün tarafınızdan kabul edilmesini dilerim” diye konuşur. Ateist adam, yine bir açık buldum diye sevinir ve İmam-ı Azam’a yüklenmek ister.
“Şu hale bakın. Özrü kabahatinden daha saçma. Toplantıya geç kaldığı yetmiyormuş gibi bir de gecikmesini uydurma bahaneler ile örtmeye çalışmaktadır” der. O zaman İmam-ı Azam-ı hazretleri “taşı gediğine kor” ve;
HER ŞEYİ BİR YARATICISI VAR
“Sal gibi gayet basit ve iptidai bir varlığın bile kendi kendine olamayacağı bilen ve benim bu gerekçemi kabul etmeyen sen, nasıl oluyor da kâinat gibi muazzam bir varlığın kendi kendine yaratıldığını ve onun bir yaratıcısı bulunmadığını iddia edersin?” diyerek Materyalist adamı bu sorusunda acze düşürür ve o adam verecek cevap bulamaz.
İkinci soru “Allah vardır diye iddia ediyorsunuz. Bir şey varsa o şeyi görmemiz gerekmez mi? Allah varsa bana da gösterin?” dir. İmam-ı Azam hazretleri;
“Sen bu soruları nereden bulup çıkartıyorsun böyle? Aklından, değil mi?”
“Elbette ki aklımla düşünüyorum ve bu soruları soruyorum” der.
“Demek ki senin aklın var. Öyle mi? Peki madem aklın varsa bu aklını biz niçin göremiyoruz? Bize aklını göster ki biz de aklının var olduğuna inanalım” der.
Adam benim aklım yok dese bir türlü, aklım var dese bir türlü(!) Halkın huzurunda sesini bile çıkartamıyor.
Bazı okuyucularımız akıl yerine beyni düşünebilirler. Bilginiz gibi beyin kafatası içinde ve etten yapılmış bir organımızdır. Akıl bu organımızın çalışması ile elde edilen bir neticedir. Beyin başka bir şeydir, akıl yine başka...
Üçüncü soruya gelindiğinde yani “Allah varsa şimdi ne yapıyor?” sorusu için İmam-ı Azam hazretleri, bu ateist adama hitaben;
“Senin üzerinde durduğun o kürsü, halkın daha iyi görebileceği bir yere konmuş veya sen benden önce geldiğin için o kürsüyü seçmiş ve üzerine çıkmışsın. Sen in oradan. Ben oraya çıkayım. Üçüncü soruna oradan cevap vereceğim” der.
Adam kürsüden iner. İmam-ı Azam hazretleri o kürsüye çıkar ve ona dönerek;
“Allah” der. “Şimdi senin gibi bir insanı bu kürsünden indirdi, benim gibi birisini bu kürsüye çıkardı ve verdiğim cevaplarla seni mağlup etmemi sağlamaktadır” der.
Bütün kâinatı emsalsiz (eşi benzeri olmayan) bir şekilde yaratan, koyduğu sistemle onların en ince ayarlar çalışmalarını sağlayan (onların birbirleri ile çarpışarak, kâinatın yok olması düşünülemez) Allah (c.c), yaratarak imtihana tabi tuttuğu insana bir sistem koması düşünülebilir mi?
Eğer insanlar arasında bir sistem bir nizam koymamış olsaydı, güçlü olan insanların zayıf olanlarını sömürmesi ve ezmesinin (bu gün olduğu gibi) önüne geçilebilinir miydi?
O zaman eşitsizlikler, haksızlıklar ve adaletsizler girdabında yaşayan insanlar için dünyanın ve imtihanın bir kıymeti olur muydu? Baskı ve zulüm altında inleyen insanların kendini yaratan ilahını bulamaması, ona kulluk yapamaması onun kabahati olur muydu?
Eğer bir din ilahi ise ki (yaratıcı, sadece kendin koyduğu dine inanların değil inanmayanların da yaratıcısıdır) bu gün tanrısına isyan halinde olan bir insanın yarın gerçekleri görerek onun dinine sarılacağı varsayımı ile hareket etmesi onun ilahlık gereğidir.
İkincisi de yaratıcı yarattığı insanlara hiçbir yarattığı canlıya vermediği akıl, rızık gibi nimetler vermiş ve onların yaşayabilmesi için bütün şartları da kendilerine verdiğinden dolayı onu imtihana (sınava) almaması düşünülemez.
İmtihana tabi tutulacak olanlara ise eşit hak ve görevler vermek önce imtihan yapacağım diyenin şanındandır. Yoksa inananlara başka sorular ve şartlar, inanmayanlara başka sorular ve şartlar o imtihana girecek olanlara adil davranılmadığını ve insanlara arasında ayırım yapıldığının işareti olacaktır. (Bu dünya sınavlarında başörtülü kızları çeşitli tevillerle (yorumlarla) sınava almayanların adaletini de varın siz düşünün)
O halde bir insan şöyle ibret gözüyle kendini uzuvlarına (organlarına), her gün yediği içtiği şeylere, başını kaldırıp gökyüzüne (uzaya) baksa ve bunların muazzam yapıları ile onların ne kadar sistemli bir şekilde çalıştıklarını görse bunlar onun iman etmesine yetecektir.
Ama insanoğlu, Allah’ın yaratılışta kendine verdiği akılla düşündüğü halde kendini yaratanı bulamaması ve bir de onu inkâra kalkışması ne kadar garip ve acınacak bir haldir.
BİR DÜNYA SINAVI
İmam-ı Azam hazretleri, henüz çocukken bir ateistin (Allah’a inanmayan) karşısına çıkartırlar ve onunla bir mübahase (fikir yarışması) yapmasını isterler. Bir uygun zaman belirlenir ve o gün halkın huzurunda imtihan yapılacağı ilan olunur.
Sorular da baştan bellidir. Bunlar, zamanımızda da özellikle gençlerimizin aklını bulandırmak için sorulan sorularla aynıdır; “Kâinat ve dünya kendi kendine yaratılmıştır. Onun bir yaratıcısı yoktur. İkincisi Allah varsa niçin görmüyoruz? Onu bana gösterin. Üçüncüsü Allah varsa, o şimdi ne işle meşguldür, gibi tam materyalist sorulardır”
O gün ve o saat gelir. Soruları hazırlayan adam ve halk oraya gelmişlerdir ama henüz İmam-ı Azam oraya gelmemiştir. Aradan biraz zaman geçer. Artık sabırlar tükenmek üzerineyken İmam-ı Azam hazretleri çıkar gelir. Kendisi için hazırlanmış kürsüye çıkar. Materyalist adamın ilk sorusu onu tenkit etmek olur.
Ey, benim sorularıma cevap verecek çocuk! Ben de seni bir şey zannettim. Sen daha söz verdiğin saatte henüz yerine bile gelmedin? Ya sorularıma nasıl cevap vereceksin? diye sorar. İmam-ı Azam;
“Çok özür dilerim. Gecikme, elimde olmayan sebeplerden oldu. Buraya gelirken yolum üzerine bir nehir çıktı. O nehri sal olmadan geçemedim. Biraz beklemem gerekti. Hemen yanı başındaki ormandan ağaçlar kesildiler. Benim bulunduğum yere geldiler. Bir araya yaklaştılar. Birbirlerine sıkıca bağlanıp bir sal oluşturdular. Ben ancak ondan sonra salın üzerine çıkarak karşı sahile geçmem mümkün oldu. Gecikme özrümün tarafınızdan kabul edilmesini dilerim” diye konuşur. Ateist adam, yine bir açık buldum diye sevinir ve İmam-ı Azam’a yüklenmek ister.
“Şu hale bakın. Özrü kabahatinden daha saçma. Toplantıya geç kaldığı yetmiyormuş gibi bir de gecikmesini uydurma bahaneler ile örtmeye çalışmaktadır” der. O zaman İmam-ı Azam-ı hazretleri “taşı gediğine kor” ve;
HER ŞEYİ BİR YARATICISI VAR
“Sal gibi gayet basit ve iptidai bir varlığın bile kendi kendine olamayacağı bilen ve benim bu gerekçemi kabul etmeyen sen, nasıl oluyor da kâinat gibi muazzam bir varlığın kendi kendine yaratıldığını ve onun bir yaratıcısı bulunmadığını iddia edersin?” diyerek Materyalist adamı bu sorusunda acze düşürür ve o adam verecek cevap bulamaz.
İkinci soru “Allah vardır diye iddia ediyorsunuz. Bir şey varsa o şeyi görmemiz gerekmez mi? Allah varsa bana da gösterin?” dir. İmam-ı Azam hazretleri;
“Sen bu soruları nereden bulup çıkartıyorsun böyle? Aklından, değil mi?”
“Elbette ki aklımla düşünüyorum ve bu soruları soruyorum” der.
“Demek ki senin aklın var. Öyle mi? Peki madem aklın varsa bu aklını biz niçin göremiyoruz? Bize aklını göster ki biz de aklının var olduğuna inanalım” der.
Adam benim aklım yok dese bir türlü, aklım var dese bir türlü(!) Halkın huzurunda sesini bile çıkartamıyor.
Bazı okuyucularımız akıl yerine beyni düşünebilirler. Bilginiz gibi beyin kafatası içinde ve etten yapılmış bir organımızdır. Akıl bu organımızın çalışması ile elde edilen bir neticedir. Beyin başka bir şeydir, akıl yine başka...
Üçüncü soruya gelindiğinde yani “Allah varsa şimdi ne yapıyor?” sorusu için İmam-ı Azam hazretleri, bu ateist adama hitaben;
“Senin üzerinde durduğun o kürsü, halkın daha iyi görebileceği bir yere konmuş veya sen benden önce geldiğin için o kürsüyü seçmiş ve üzerine çıkmışsın. Sen in oradan. Ben oraya çıkayım. Üçüncü soruna oradan cevap vereceğim” der.
Adam kürsüden iner. İmam-ı Azam hazretleri o kürsüye çıkar ve ona dönerek;
“Allah” der. “Şimdi senin gibi bir insanı bu kürsünden indirdi, benim gibi birisini bu kürsüye çıkardı ve verdiğim cevaplarla seni mağlup etmemi sağlamaktadır” der.
Bütün kâinatı emsalsiz (eşi benzeri olmayan) bir şekilde yaratan, koyduğu sistemle onların en ince ayarlar çalışmalarını sağlayan (onların birbirleri ile çarpışarak, kâinatın yok olması düşünülemez) Allah (c.c), yaratarak imtihana tabi tuttuğu insana bir sistem koması düşünülebilir mi?
Eğer insanlar arasında bir sistem bir nizam koymamış olsaydı, güçlü olan insanların zayıf olanlarını sömürmesi ve ezmesinin (bu gün olduğu gibi) önüne geçilebilinir miydi?
O zaman eşitsizlikler, haksızlıklar ve adaletsizler girdabında yaşayan insanlar için dünyanın ve imtihanın bir kıymeti olur muydu? Baskı ve zulüm altında inleyen insanların kendini yaratan ilahını bulamaması, ona kulluk yapamaması onun kabahati olur muydu?