Karamazof Kardeşler’in Alyoşa’sı, kardeşi İvan’la yaptığı bir konuşmada; “Cehennemlik kafadan” bahsetmektedir:
“…Ya taze bahar yaprakları, aziz mezarlar, mavi gök, sevdiğin kadın?... Nasıl yaşayacak, neyle seveceksin onları? Ruhun, kafan böyle cehennemlik olmuşken mümkün mü?” der.
Meselenin nirengi noktası da burasıdır.
“Ruhun ve kafanın cehennemlik olması”... Asıl dünyanın Cehennemlik bulunması...
Hiçbir hâl ve durumda, kaçış ve kurtuluş noktasında yeşerecek, gelişecek, güzelleşme ümidi verecek bir tutamağın, dayanağın, görüşün kalmaması...
Hayatı bir hamlede siler geçer, hiçe sayarken; hayatiyetini ve özsu kaynaklarını da kurutmak...
Açıların kırılması, çizgilerin sonlanması, yolların kapanması... Çeşitli zaviyelerden tükeniş, helâk, kıraç, boz bulanık, siyah, insanî cevherden mahrum, kireçlenmiş kalpler... Külliyen âh!
Aksi hâli, Dostoyevski işaret ediyor: “…azîz mezarlar”
Yani ölüyü de diriyi de sevmek. Bir anlamda mezarın içindeki ve dışındaki hayatı görmek.
İflasa doğru giderken bile, her şeye rağmen “hayatı” keşfetmek.
“Cehennemimiz”, yok saymak, umutsuzluk, karalamak, boşlukları dolduramamak değil mi?
Hayatı bütün veçheleriyle görmeye çalışmadığımız, inkâr ettiğimiz; ona kendimizce olumsuzca pay biçtiğimiz, anlamlandıramadığımız, düşünmeye değer bulmadığımız için, cehennemi yaşamıyor muyuz? Ve cehennemî şart(lanma)ları oluşturmuyor muyuz?
“Cehennemî kafa” da her şey karmakarışık, birbirini nakzeden, müthiş bir kalabalık, çatışma içinde.
Merkezî bir temellendirmeden, ölçüden yoksun. Allah ve kutsal hüküm sürmüyor. Sükûnet, itminan, huzur hiç gözükmüyor.
Sevgi dâhil, bütün kavramlar geçersiz, “cansız”... Çünkü muhabbetin kaynağı, neşvünema bulacağı vasat işlersiz kılınmış.
Gönül dövüş alanı... Kin, nefret, gayz, kıskançlık gibi hisler alıp başını gitmiş. Yaşamınızın başarılarına, saydırdıklarına kavuştuğunuzda bile tatmin yitmiş.
“İç ve dış bakış”; sevecek, beğenecek, seyredecek, önem verecek bir nesne, olgu, oluş görmez. Esasen dünyaya, hayata hor bakar. Bakışı, kendi varlığını asılsız astarsız; davranışlarını tutarsız, cennetini meydansız kılar.
Değersizleştirme; küçültme, hafifletmeyi, basitleştirip indirgemeyi sever. İşte asıl cehennem, yüreklerde süren bu bunalım, dünyada yükselen bu buhrandır.
...
Hayatı(nızı) götürecek, sürükleyecek, tanımlayacak ve mânâ katacak fazla unsur bırakmamak...
Diri’leri, ezcümle hayatı, varlığı sevemediğin gibi; dahiliyle hariciyle; zarfı mazrufuyla, iyisi kötüsü, tezatlarıyla ve açılımları imkânlarıyla bir küll hâlinde hayatı, varlığı görememek. Çekişir, didişir; gel git dövüşüp durmak, “kapalı dairede” oturmak, kendi habasetinin necasetinin bekçisi(!) olmak...
Ondan alınacak dersler, çeşitlemeler, dünyevî renklerin, hayat tadının, kokunun kaybolması; gri- alaca ya da siyahlaşması, tek tipleşmesi... Dolayısıyla sıradanlığın, basitliğin tekdüze(n)liğin sürüp gitmesi... Çizgiler dolaşık, görüş sıhhatsiz karanlık, temel çürük dayanıksız...
Kendi dolambacınızın faresi olursunuz ve yolu bir türlü bulamazsınız. Özgürlük iddialarınıza rağmen, bağımlılıklarınız o kadar fazladır ki; hürriyete götürecek tek ipi bile kemiremezsiniz. Yahut tutunacak “Ana ipi” göremezsiniz.
Algılarınız körelmiştir. İdrakinizi geliştiremezsiniz. Farklı durumları karşılama gücünüz, elastikiyetiniz azalır, uyum sağlayamaz, çabuk pes edersiniz.
Yeni(lenen) bir hayata başlama, devam fikrine sahip olma ve seçenek üretme hürriyetine sahip değilsinizdir. Hayattaki yeniliği, hareketliliği göremediğiniz için de “gerçek serbestîye” sahip değilsinizdir.
Zevkleriniz ânlıktır. Çok çabuk sıkılırsınız. Neticede mutluluklarınızın da aslı astarı yoktur. Aşırı uçlarda gezersiniz. “Sevdikleriniz” kolayca gözünüzden düşer.
Geçmiş ve geleceksinizdir. “Zaman içinde zaman”, sıçrayışlarınız, genişlemeleriniz mevcut değildir. Ya nostaljik bir zamanda veya anlamsız bir “şimdi”de takılıp kalırsınız.
Esasen sizin için tek zaman vardır. Onun dışına çıkamaz, cehennemî bir zamanı bütün dehşeti, safhaları ve sıcaklığıyla yaşarsınız. Odununuzu kendiniz atar, “cehenneminizin” taşıyıcısı, yüklenicisi ve amelesi olursunuz.
Bağlarınız iletişiminiz yoktur. “Hayy”dan hayat bulamazsınız fakat çarnaçar “Hu”ya gidersiniz.
Yer demir, gök bakır; kalbiniz balçıktır. Kendi “yaratılarınızın(!) azametiyle Yaradan’a kafa tutarsınız. Cehennemi içselleştirmiş, şahsa özel inşalar yapmış, özgün(!) tantanalı atmosferler yaratmışsınızdır. Ancak “gönül eviniz” tantan öter.
Karşılaşılan her durumda bir “çapanoğlu”, bütün güzelliklerde bir “bit yeniği”; beşeriyetin üzerinde en birleşilmiş değerleri, en makbul mükemmel akıl ve gönüllerinde bile bir “iğrençlik mahalli, zafiyetler çeşitliliği” peydahlamak, çirkini perdahlamak... İşleriniz ve işleviniz arasındadır.
Mevcudatın size karşı; muhalif, muarız tavrını sürdürmesi ve sizin mütemadî bir düşmanlığı ikameniz ve idâme ettirmeniz; sonunda idam emrini kendinize karşı vermeniz olağandır.
Yardım elini reddedersiniz. Gelen darbelerle, sillelerle neye uğradığınızı bilemez, yine de diklenirsiniz. Aşırı derecede yıpranırsınız; gene de tahrip ve tahrif etmekten, isyandan geri durmazsınız.
O zaman dünya şartları, âlem daha da çekilmez, anlaşılmaz olur. Muhtemelen kilitlenir; kalbinizin mührüyle varlık da size karşı kilitlenir; gök kapıları kapanır. Akıbet kaçınılmazlaşır, tescillenir.
Cehennem yüzleştiği, bu “insanî cehennemî yapılanmalar” karşısında şaşkına döner; ister istemez acze düşer... “İlahi emri” işitince de tevekkülle boynunu büker.
En nihayet, hepimize “yerimize” gitmek düşer.