İnsanlar her ne olursa olsun işlerini icra ederken belli kriterleri olmazsa yaptıkları işler onları "hiç” kılabiliyor. Dahası yaptıklarını hem kendileri hem de diğerleri bayağıca kullanıp tüketiyorlar. Neticede icra edilenler, eğer ulvi gâyeler için değil de sufli amaçlar için yapıldıysa kişisel ve toplumsal hafıza çöplüklerine giderek heba oluyor. Halbuki kişiler kim olursa olsun icra ettiklerini, Hz. İnsan olma mantığından hareket ederek her şeyin kendisine emânet olduğu bilinciyle işe başlasa, kanaatimiz o dur ki, eserler daha kalıcı ve geleceğe ışık tutucu olacaktır.
Ne yazık ki bugün sanat eseri diye icra edilenler estetik kriterlerden uzak son derece yoz bir mantıkla “serbest çağrışım” ile besleniyor. Durum böyle olunca ortaya eser diye çıkarılanlar, kişilerin (sözüm ona sanatçıların) şahsi egolarının, yanlı ve kastî görüşlerinin dışına çıkamıyor. Böyleleri kendi dar ve çarpık görüşleri ile ait olduğu toplumun bakış açılarına da mesafe getiriyorlar. Âdeta; ‘Benim gibi ol’ ya da ‘Benim gibi düşün’, işte sanat budur dayatması halkın önüne koyuluyor. Kendileri sözlerini geçiremediği alanları yorumlayamadıklarından bu sefer; ‘İslâm’ın sanatı mı olurmuş?’ veya ‘Müslümanlar ne anlar sanattan?’ diyerek nezih bir kitleye çamur atıyorlar.
Her işte somuttan hareket edildiğinde bu sonuca varılır. Ama sanat yolunda soyuttan yürünse o zaman sanatçının karşısına, insanın metafizik boyutu yâni mânâ âleminin sırları ve hikmetleri çıkar. Sanatçı uğraştığı işe yanlı bir çerçeveden değil de daha geniş, hoşgörüyle ve tarafsız bir bakışla bakabilir ise sonsuza uzanan yolda nice güzellikleri yakalayabilir. Hatta bu yolda ilerlese eserleriyle muhteşem ölçülere erişebilir. Güzeldeki hakikati gösteren şeyler, rûhu yükselten değerlerde özümsenmiştir. Sanatçı bu gerçekten gâfil olamaz. Olursa onun çıkardığı eserler nefsi tahrik eden, benliği tatmin eden, kişisel egolara hizmet eden yozluklara dönüşür ve o mecrâya hizmet eder. Kalıcılığı olmaz, bir süre sonra eser diye üretilenler târihin boşluğuna gömülür.
Şurası muhakkaktır ki, sınırlarında belli edep ölçüleri bulunmayan, mahremi olmayan, sâdece nefse hitap eden sanat çalışmaları, ortaya kendi amaçladıklarından başkasını bırakmaz. Zira eser yalnızca verildiği mekâna kendini dayatır. Paylaşımdan uzak olan bu yapıtlar kendini dar bir alana hapsettiğinde çoğalmazlar. Bu şekildeki eserler, kendilerini de eser sâhibini de kısa sürede tüketirler.
Halbuki baktıkça kişiyi sonsuzluk deryâsına daldıran, zamânı ve mekânı aşan bir duygu birikimiyle ortaya konan eserler, onu seyredenleri izah edemeyecekleri lezzetlerle buluşturmuş olur. Buradan şu gerçeğe gidebiliriz; ‘Ben gizli bir hazine idim, bilinmek için bu âlemi yarattım.’(Acluni, Keşfü’l-Hafa, 2/133) Yâni ‘ilâhî aşk’ tasavvuru çıkar karşımıza. Tamam, o zaman sanat yolunda bu hakikatten ilerlersek; “HAKİKÎ SANATKAR ALLAH TEÂL”dır gerçeği ile yüz yüze geliriz. İşte sanatta inkar edilemeyen, devre dışı bırakılamayan gerçek budur.
Eğer sanatçı etrâfına bu gözle bakabilirse çevresinde gördüklerinden eserlerine işleyebileceği pek çok sanat harikası keşfedebilir. Her gün görüp üzerinde durmadan geçip gittiği şeyler kendisi için ilham kaynağı olabilir. İşte tam burada kendi sanatçı kimliği ve kâbiliyetiyle hâdiseleri bu boyutla, engin ferâsetiyle, perde arkasındaki hikmeti özümseyerek yorumlasa ne muhteşem eserler meydana çıkar. Yunus Emre’yi hatırlayalım.
Asıl sanatçı varlıkların yaratılmasındaki ilâhi sırrı aşk ile okursa nice güzelliklere kapı aralanır. Unutulmasın ki, varlığı âşikar olanlar, yalnızca o görünen görüntüden ibâret değildir. Yanı sıra o arkadaki hikmet boyutunu herkes, her sanatçı kendi anlayışıyla farklı bir şekilde yorumlayınca ortaya ne biçim farklı güzellikler çıkar tasavvur edebiliyor musunuz? Meselâ; ‘Hak aşkı’, ‘Resul muhabbeti’ her sanatçıda ayrı tezâhür edince ne muhteşem nâtlar, ne mükemmel şiirler ortaya çıkıyor. Yıllar geçse de bu eserler güzelliğini hep koruyor. İşte böylesi paylaşımlar, eserleri de eserlerin sâhibi sanatçıları da kalıcı kılıyor.
Ama tabi bunlar için yüreğin hisli ve idrakli olması gerekir. Kalbî kıvâmı olanlar somutta soyutu dillendirir çapınca. O zaman her şey anlam kazanır. Bu durum çeşit çeşit aşkları “tek aşk” dönüştürür. Sanatçı ideolojisini sanatına işlediğinde ise kendini dar kalıpların içine sıkıştırmış olur. Halbuki gerçek sanatçı tüm kalıpların ötesine çıkıp güne ve geleceğe ışık saçan bir önder hüviyetinde olursa unutulmaz, târih de kendisini unutmaz. Bir âşık Veysel unutuluyor mu?
Sonuca gelirsek şunları söylemek gerekir; Sanatçının paylaşım çizgisini sâdece kendi dar fikri çevresi değil tüm insanlık âlemi belirlemeli. Sâdece vâr olan âlem değil gayb âlemi de onun gündeminde olmalıdır. İlâveten sanatçı para-pul-şöhret ve nefsi tatminlikler için değil mânâ âleminden de istifâde ederek eserlerini oluşturmalıdır. Ancak bu ölçülerde evrensel değerlere yelken açılır ve hakiki anlamda sanatçı özgürleşir. Nefs putlarını yıkan hakiki sanat kriterleriyle tanışır.