-2021 Hacı Bektaş Veli Yılı münasebetiyle kaleme alınmış bir yazı-
Hakkında değişik görüşler olsa da, tasavvuf tarihine damga vurmuş, önemli şahsiyetlerimizden biri olduğuna şüphe yoktur.
“Türkmen vilayetinde yatar. Velayet ve keramet sahibi; meşhur ve maruf, âlem halkının kendisinden gelip feyz bulduğu bir zattır.” der 15. Yüzyılın İranlı İslam bilgini ve şairlerinden Molla Camî.
Nitekim Hacı Bektâş-ı Velî hazretlerinin Mâkâlat isimli eserinde, onun gerçek kimliği, fikirleri de ortaya çıkmaktadır. Mesela şeriatın makamlarını açıklarken; “evvelâ iman getürmekdür” derken, ikinci sıraya “ilim öğrenmekdür” prensibini koymakta; üçüncü makam olarak ise namaz kılmakdur ve zekât virmekdür ve oruç dutmakdur ve güci yiterse hacca varmakdur ve hem gaza eylemekdür” gibi İslâm’ın şartlarını öncelemektedir. (Mâkâlat-ı Hacı Bektâş-ı Velî (Transkripsiyonlu Tam Metin), Prof. Dr. Mahmud Esad Coşan, Server Yayınları, İstanbul 2019, sf. 55-56)
Biz bu yazımızda, müstesna gönül sultanlarımızdan olan Hacı Bektaş Veli hakkında bazı menkıbelere yer vereceğiz. İnanç ayrı konudur; şahsen, menkıbeleri sevdiğimi, değişik yazı renklerinden hoşlandığımı da belirtmeliyim.
Bu menkıbelerden biri, 13. Yüzyıl Alp-erenlerinden olan, “büyük Türk velileri arasında ve Hacı Bektaş’a yakın gösterilen Sarı Saltuk’un hayatını konu alan, destanî eser Saltuk-Nâme’dir.”
Gazeteci, Yazar ve edebiyat tarihçisi Ahmet Kabaklı’nın verdiği bilgilere göre, Saltuk-Nâme, Cem Sultan’ın emriyle, Ebü’l- Hayr’ı Rumî tarafından yazılmıştır. 13. yüzyıl Türk dünyasını da gözler önüne sermekte, Türklerin Anadolu ve Rumeli’yi yurt edinişlerini, bu maksatla yaptıkları savaşları anlatmaktadır. Saltuk-Nâme’de, “İslâm’la beraber, Türk adı da pek sık olarak övgü ve övünme ile kullanılmaktadır. Bu da Anadolu’ya, İslâm’la beraber, aynı yoğunlukta Türk renginin de hâkim olmasından ileri gelmektedir.”
Yine eserde “Mevlâna, Nasreddin Hoca, Ahmet Fakıh, Hacı Bektaş Velî, Karaca Ahmet, Taptuk Emre, Osman Gazi gibi dönemin önde gelen kişileriyle, Sarı Saltuk’un münasebetleri anlatılmaktadır.
Şimdi “Hacı Bektaş Anadolu’da (Rûm’da)” bahsinde yazılanlara bir göz atalım:
“Bu taraftan Doğan Ata bir doğan sûretine girüp ol göğercin üzerine vardı. Çünkim Bektaş anı öyle gördi, silkinüp, âdem sûretine girdi, eyitti: “Server(Sarı Saltuk’un isimlerinden biri), erenler, âdeme bu vahşi yavuz sûretiyle görünmezler. Sen niçin öyle idersin?” Doğan eyitti: “Buna Rûm ili dirler, bunun erenleri ziyade vahşî olur.” Bektaş anunla söyleşirdi. Ahmed velî taşra geldi. Bektaş ilerü gelip Ahmed’le musâfaha itdi. Ahmed eyitti: “Gelmene sebeb nedür?”
Bektaş eyitdi: Geldüm ki bu Rûm’da er var mıdur görem diyü.
Ahmet eyitdi: Berü gel göresin. Çünkim Bektaş ilerü geldi. Ahmed eli birle anun gözin sığadı, kendüye geldi. Kanada baksa bir er otururdu. Gördi ervâh-ı evliyayı müşahede itdi. Hayran oldı. Girü gözin sığadı, kendüye geldi. Fakih eyitdi: Var imdi Kutb’a haber vir.
Bektaş anda vardı. Pirân-ı Horasan eyitdiler: Nedür, Rûm’da er gördün mi? Bektaş eyitdi: Taş ve toprağın er gördüm.
Kutb eyitdi: Nazarun var olsun, imdi yöri sana Rûm’un gözciliğin virdük.
Ve Ahmed’e dahı Kutublık virildi. Şimdiden girü Kutb olan Rûm’da ola, didi.
Çün Hâcı Bektaş girü Rûm’a geldi. Rûm’da olan erenler karşı çıktılar. Çünkim anda karar tutdı, bir kişi vardı, Seyyid idi, yidi yıl idi kim hayran olup dururdı, gözin ayırmazdı, adına Muhammed Hayrân dirlerdi. Karavân ilinde Akyanus şehrinde bir zaviyede otururdı. Çün Ahmet Fakîh birle Bektaş musâhabet iderdi.
Acem’de bir kişi dahi vardı. Bâzıları Rûm’dan idi dirler, ol er adına Karaca Ahmed dirlerdi. Ve gür bir eridi. İşitdi kim Bektaş Rûm’a geldi. Görelüm ne erdür diyü bir arslana süvâr olup bir yılanı eline alup kamçı idindi. Azm idüp dervişleri birle gitdi.
Çün işitdi kim Ahmed gelür, tekyesinin dîvarını yardı, tîz ol dîvara bindi. Divâr yirinden kalkup revân oldı. Ahmed’e karşu vardılar. Çün Ahmed anı gördi. Mütehayyir olup barmağın ağzına alup ısırdı. Bu Karaca Ahmed velayetle cemî, cine hükm iderdi. Süleyman aleyhisselam seccadesinde otururdı.
Çün Ahmed mertebesin bildi, arslandan aşağa gelüp Bektaş’un elin öpdi. Hacı Bektaş dahı anun gözin öpdi. Çün gelüp Ahmed’i kondurdılar, bir niçe günden sonra Ahmed destur alup gitti.” (Ahmet Kabaklı, Türk Edebiyatı cilt: II, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, İstanbul 2002, sf. 207, 212, 217)
…
Şimdi de, Menâkıb-nâme-i Hâcı Bektaş Velî’de yer alan bir menkıbeye bakalım:
“Hünkâr’ın kademinde ve hizmetinde Güvenç nâm bir dervîş varıdı. Haylî er terbiyesini yimiş kimesne idi. Bir gün erenler eyitdi: ‘Erenler şâhı! Gönlümde bir fikrüm var. Havâlet olursa söyleyeyim’ dedi. Hazret-i Hünkâr eyitti: ‘Havâletdür söyle, işidelüm’ didi. Güvenç Dervîş eyitti: ‘Acep şeyh, muhib ve mürîd ve âşık dimek nedür ve ne demektir? Bize beyan idiverin erenler şahı’ didi. Hemân ol mahal Hazreti Hünkâr eyitti: ‘Güvenç Abdal! Kalk yirinden, tîz var, bir sarrafta bin altun nezrümüz vardur, al gel’ didi.”
Güvenç Dervîş, hemen yola koyuldu. Ulu bir şehre vardı. Öğrendiğine göre “Hindûstân mülkiydi”. Gezerken, nazarı bir sarrafa düştü.. Sarraf onu yanına çağırdı, izzet ikram eyledi.. Sohbetlerinde Güvenç Abdal, olanı biteni anlattı. Sarraf onu evine davet etti. Üç gün türlü taamlarla Güvenç’i ziyafet ittikten sonra; ona aradığı kişi olduğunu söyledi.
Vaktiyle “Hindûstan deryasında bir vakit ticarete gideriken bir yavuz muhalif yil çıkdı. Ol muhalif rüzgâr(da) az kaldı kim gemimüz gark ola, cümlemiz helâk olavuz. Hemân ol mahalde velayet erenlerine çağırdum. Beni bu helâkden halâs idün, bin altun nezrüm olsun didim. Hemân sâat erenler yitişti. Gemiyi mübarek eliyle dutdı, halâs kenarına çıkardı. Andan adın, meskenin sordum. ‘Adum Hacı Bektaş Hünkâr’dur, meskenüm Rûm’da olur’ didi. Ben eyitdüm. ‘Rûm’a bunca nezrünüzi nice ulaştıram?’ didüm. Hazret-i Hünkâr eyitdi: ‘Ben bir kimse gönderem, ana viresiz’ dedi.
Sarraf, işaretlerden Genç dervîş’i bilmişti. “Derviş, bu bin altını erenlere tapşurgıl. Erenelrin nezridür” didi. Daha sonra 1000 altın daha, fakirlere teslim edilmek üzere verdi. “Nazarımızdan kurı gitme” diyerek 1000 altın da ona verdi.
Güvenç Abdâl, üç bin altını aldı. Şehir içinde giderken, “Gördi kim ol çardağun penceresinde bir mahbûb-ı âfitâb-cemâl kız durur. Bir gönül, bin canile âşık oldı. Çardağun penceresine gözini dikti. Üç gün üç gice kaldı. Meğer bu kız bir ulu hâcegî kızı imiş.
Kız durumu fark edince, cariyesini çağırdı. “Bak gör şu çardağun penceresine karşu duran sersemi’ didi. ‘Bu gün üç gün üç gicedür ki yimez içmez yatmaz uyumaz, gözini ayurmaz pencereye bakup durur.’didi. ‘Var ana nasihat eyle. Varsun işine revan olsun.”
Cariye, ‘Ol umduğun olmaz, ol murad sana el virmez. Ol gördüğün kimesne bir ulu hacegî kızıdur” didi. Ancak cariyenin yaptığı yoklamada, sevdası başına vurmuş Güvenç, çulsuz değil, üç bin altını göstererek, varlıklı, allı(!) pullu bir şahsiyet olduğunu ispatladı.
Cariye vaziyetten haberdar edince, kız da üç bin altına tamah etti. “Altunı aldı, kabul itdi. Muhassal-ı kelâm şeytân-ı aleyh il-lâ’ne yoluna gitmek diledi. Hemân şol ayağı ucına oturduğınlayın derhal dıvar yarıldı, bir el çıkdı, Güvenç’i göğsinde kakdı. Güvenç yıkıldı, usı gitdi. Kız bu hâli görüp ses itdi. ‘Bu ne hâldür? Ne hâldür?’ didi. Güvenç Abdal eyitti: ‘Şeyhümüz Hacı Bektaş Hünkâr’dur. Rûm vilayetinde olur. Beni şu veçhile hizmete gönderdi. Çün kız Güvenç’ten bu haberi işitdi ve bu velâyeti göziyle gördi, erenlere âşık oldı.
Neticede, yine erenler himmetiyle tez vakitte memlekete vasıl oldular.
Hacı Bektaş Hünkâr’ın elini öptükten sonra, erenler eyitti: Hikmet neydüğin bildün mi… Sen bizden Şeyh nedür, mürîd nedür, muhabbet nedür, âşık nedür’ diyü sordun. Biz dahi sana cevâb virdük ki mürîdlik sen itdüğündür ki biz seni hizmete gönderdük. Nereye gideyin? Kime varayın? dimedin. Hemân revân oldun. Muhîblik ol sarraf itdüğüdür. Bir kez deniz yüzinde anun bir gemi esbâbı, rahtı cümle garka varmak mahallinde iken, erenler! diyü çağurdı, bin altun nezretti. Vardık, mededine irdük. Gemisini girdaptan kurtardık, halâs itdük. Anda adumuz, mekânumuz sordı, haber virüp seni göndereceğüm didük. Sen varduğınlayın taallül itmedi. Temâm nezrümüzi sana tapşurdı. Ammâ şeyhliği biz itdük ki gitmekde ve gelmekte seni âsânlığa iletdük, getürdük. Ve hem seni ol yüz karalığından kurtarduk. Âşıklığı ol kız itdi ki bizden bu remz-i velâyeti görmekle bize âşık oldı, tâ kim nazar gelmeyince karâr itmedi. Andan erenlere emritdi, kızı Güvenç Dervîş’e nikâh idüp virdiler. Erin velâyetiyle mûradlarına ve maksûdlarına irişdiler, şâd oldılar.” (BÜYÜK TÜRK KLASİKLERİ, cilt:2, Ötüken-Söğüt, İstanbul 1985, sf. 345-346)
Bu güzîde, Yüce Şahsiyeti hürmet ve muhabbetle anıyoruz.