Ankara... Kişisel tarihimin başkenti.
Üniversite yıllarım, gençliğim, sorumsuzluğum. Kavak yelleri, Botanik Parkı, ilkbaharlar ve kara kışlar.
Gitmek için şimdi bir yandan gizlice bahaneler ürettiğim, diğer yandan bunu oluruna ve doğal akışına bıraktığım şehir...
Yıllardır orada yaşamasam da kendisi içimde yaşayan şehri mi, yaşattıklarını mı, beypazarı kurusunu mu, ne bileyim işte, özlüyorum. Hatta özlemek ne kelime, eski ifadeler hep daha güçlü ve vurucudur ya, "hasret duyuyorum" diyelim...
Arada sırada gidiyorum da hala. Tabi gerçekliği oluşturan iki unsurdan birisi artık kaybolmuş: zaman. Ama olsun, tek başına olsa da uzam bile yetiyor, hasretimi dindirmeye. Tunalı Hilmi Caddesi'nde öyle avare avare bir aşağı bir yukarı yürümek bile yetiyor.
Sanki o sırada orada gördüğüm herkes ve her şey, eski ve unutulmaz bir masalın parçası ya da kahramanıymış gibi herkese ve her şeye sarılıp öpmek geliyor içimden. Kendimle, geçmişimle, o kişisel tarihimle yeniden kucaklaşırmışım gibi...
Tabi öyle yapmıyorum. Her anın ve görüntünün içime işleyip hapsolması için tüm yaşamsal duyargalarım dikkat kesiliyor, bunun yerine. Refleksif bir şekilde. Hani, irade dışı...
Bir yerin içinde yaşamanın başka, o yerin sizin içinizde yaşamasının farklı şeyler olduğunu anlıyorsunuz sonra. Yok. Konyamı başka hiç bir yere değişmem, o başka! Memleketim gibi ne anlamlı, ne de önemli olabilir başka bir şehir. Kırmızı çizgime uzanan namahrem elleri ve zehirli dilleri kesip atacak kadar gözüm karadır ama dedim ya, kişisel tarihimin başkentidir işte Ankara... Kandığım ama doyamadığım bir aşk gibi tıpkı. Birazı beyaz, çoğu kara bir sevda...
Gerçi bir kıyaslamaya girmeyeceğim, Konya ve Ankara arasında. Zira aynı kategorinin unsurlarını kıyaslayabilirsiniz. Memleket sözcüğünün içinde barınan güçlü bir iyeliği ve zihinde yaşayan yarı masalsı, yarı efsanevî bir şehri değil. Dolayısıyla bunu benden beklemeyin şimdi: iki kenti kıyaslamamı.
Peki benden ne bekleyin, o halde? Ya da bir şey bekler misiniz? Sanmam. Fakat beklemek demişken, lafı gelmişken, bırakın da ben kendi beklentilerimi yazayım şimdi. Bunu pek sık yapmamaya özen göstersem de yeterince kişisel bir yazı oldu zaten buraya kadar. Devam etsin o halde.
Ne mi bekliyorum? Altın yaldızlı bir davetiye bekliyorum, bir sabah kapımın önünde bulacağım. Onu kimin bıraktığı sorusunun da peşine düşmeyeceğim, hem. Yeterki o davetiye orada beni beklesin. Benim onu beklediğim gibi. Hiç nazlanmadan, hatta ne nazı, heyecan ve sevinç içinde, bir çırpıda alıvereyim onu hemen oradan. Çağırsın beni. Çağıran şehir olsun, Ankara olsun. Hızlı tren de neymiş? Gözlerimi kapatınca yalnızca mekanda değil, zamanın içinde de hiper atlamalı bir sıçrama yapayım ve o özgürlüğün, Botanik Parkı'nın, fakülte dersliklerinin içine ve arasına ışınlanayım. Gözümü açtığımda kendimi yine bu yerde ve bu zamanda bulmak üzere, tabi. Fakat Tunalı Hilmi Caddesi'nde yaptığım alışverişin poşetleri de elimde olmak kaydıyla.
Bunun için hiç bir somut ve mantıklı bir veri, gerçek ve geçerli bir sebep elimde bulunmasa da şimdi... Bir gün oraya yine gideceğimi biliyorum, taşınır ve yerleşir gibi. Sezgisel bir şekilde bilmek mi denir, hissetmek mi denir, nasıl denirse artık. Nasıl ki Konya her zaman ana vatanım ve esas memleketim olarak kalacaksa, bir gün, sıkılıncaya kadar o caddede tekrar yürüyeceğimi biliyorum. Mezunu olduğum üniversiteye uğramaya söz vermiyorum ama Botanik Parkı bir kaç bahar daha borçlu bana henüz. O, masalların sonunda gökten düşen elmalardan birisi, başıma henüz düşmediğine göre masal da daha devam edecek demektir hem, öyle değil mi ama?