Yıllar sonra, üniversiteyi okuduğum ve ardından orada bir süreliğine de fazladan kaldığım şehire gideceğim. Hem de fakülteden bir arkadaşımla birlikte. Günübirlik. “Bunda ne var?” demeyin. Bunda bir şeyler var. Onu yazacağım.
Bahsettiğim arkadaşla geçtiğimiz kış, seneler sonra ilk kez görüşmüştük. İstanbul’dan çıktı geldi sağ olsun. Kavuşmanın en anlamlı hallerinden birini yaşarken, sevinç ve heyecan duyguları birbirine karışmış hatta ortaya çıkan bu alaşımda heyecan, sevinçten bir nebze daha fazla olmuştu. Kolay mı, ortalama 10 sene sonra, eski ve sevdiğiniz birini yeniden görmek insanın başına kaç defa gelebilir ki hayatta? Ne var ki ondan ve bu kavuşmadan değil, gidiş ve dönüş biletlerini henüz aldığım yolculuktan söz edeceğim bu yazıda. Henüz gerçekleşmemiş olan seyahatimden yani.
Olası varış noktası, Ankara. Ankara… Ne çok zamana, mekana ve olaya tanıklık eden, şu ana kadarki kişisel tarihimin başkenti…
Günübirlik yapılan bir seyahatin içine ne sığdırılabilir ki, sevdiğimiz ve eskiden sık sık gittiğimiz caddelerde ve sokaklarda gezineceğiz işte. Yemeğimizi de yine öğrencilik yıllarımızda defalarca gittiğimiz o restorantta yeriz muhtemelen. Yad ederken, tüm bunlar yapılmaz mı zaten?
Şimdiden biliyorum, 10 küsur yıl az değildir bir insan ömründe, eskiden oralarda gezen, tozan ve yemek yiyen birçok insan, elini eteğini çekmiş olacak bu dünya hayatından çoktan. Ve o yıllarda bırakın doğmuş olmayı, henüz portakalda vitamin olan birçok çocuk şimdi oralarda koşuşturuyor olacak. Kanlı canlı. Kuğulu Park’taki kuğular bile daha sağlamda hatta, ortalama 100 ila 150 yıl yaşadıklarını hesaba kattığımızda. Kısacası, sahnenin dekorunun ne kadar değişmiş olacağını şimdiden bilemesem de oyuncuların arasında baş döndüren bir bayrak yarışının yaşanmış olacağını göreceğim. Fakat bir şehir için önemli olan, orada yaşayanlar mıdır ki zaten?
Pek de değil… Şehir, insandan büyüktür çünkü. Bir şehir için önemli olan, sizin orada yaşadıklarınızdır. Daha doğrusu, sizin için önemli olan, sizin o şehirde yaşadıklarınızdır. Yani sübjektif algılar ve kişisel hatıralar. Her insan başlı başına, apayrı bir dünyayken, her birimiz tarafından algılanıp yaşanan o aynı şehir bile aynı değildir bu bağlamda. Hani “Senin Ankara’n sana; benim Ankara’m bana” denebilecek kadar…
Sahnenin dekorunu ne kadar değişmiş bulacağımı bilmediğimi yazmıştım. Öyle. Çankaya’da kaldırımlar sık sık değiştiriliyordu en son. Açılan ya da kapanan eski ve yeni yerleri unutmuş mu olacağım, fark edecek miyim, bunları da bilmiyorum. Göreceğiz.
En çok merak ettiğim, anıların can bulup bulmayacağı konusu elbette. Canlanmazlarsa sorun yok. Yeni bir şehri geziyormuşum gibi olur. İlk kez. Peki ya zombiler dirilirse? İyisiyle ve kötüsüyle? İyilerinin başını okşar ve kötülerini geldikleri yere geri yollamak için elimden geleni yaparım o vakit. Eh, her daim güllük gülistanlık yaşamaz ki hiç kimse. Benim başkalarından bir farkım mı var sanki? O kötü zombiler dirilirse onların neye ve kime benzeyeceğini de biliyorum üstelik. Yıllar sonra bir ateşkes ilan edilmesi ihtimali solda sıfırken, umarım hiç dirilmezler bile, daha en başından.
Fakat o yıllarda sık sık ve çoğu kez ‘öylesine’ gittiğim Tunali, Arjantin Caddesi ve Çukurambar ile yeniden görüşecek olmanın ruhumda şimdiden yol açtığı heyecanı, yazıya dökmenin bir yolunu bilmiyorum.
Her şey güzel olursa hepsini yazarım. Eğer bu konuda yeni bir yazı yayınlanmamış olursa da anlayın ki o kötü zombilerin yüzünden içim fena sıkıldı.