“Sana emrediyorum, bana bir şey öğret
Bırak duygusallığı, koy kenara nezaketi
Hoşgörü mü? Palavra!
Biraz acımasız ol, alkışlama beni
Rengi de tartış, zevki de
“Siz”inle bir işim yok. Ama sana emrediyorum eleştir beni
“Siz”i sevmiyorum, “sen”i seviyorum. Seni ve seni!
Siz beni sevmeyin. Sen, sen ve sen sev beni!
Senden ve senden nefret ediyorum! Ve hey oradaki, senden de!
Kitlede bir koyun, kütle içinde gölge olma
Kendi başına bir “kişi” ol
Birazcık “ben”liğin olsun, toplu taşıma aracı değil dünya
Emrediyorum sana, adam et beni
Olamazsam sabretme, at kenara
Güce tapma. Kır ikinci el putları
Boş umutlarını çentikle, romantizmi bırak çocuklara
(…)
Şah damarında aşikâr Rabbin
Baktığın her yerde O. Aynadaki sen değilsin
Hatırla, Ahsen-i Takvîm’sin sen
Tokatla şeytanını, tut elinden de
Secde et içindeki Tanrı’ya, ki zübde-i âlemsin sen
Bilmez kimileri, buna içsel yolculuk der
Doğudan batıya döner dünya aslında
Sonra allayıp pullarlar sana unuttuğunu
Nirvana’ya koşarsın aptalca
Rabbinin içinde olduğundan habersiz!
“Siz’e” boyun eğersen eğer, atla yokluğa
“Siz” olmuş sana gülümsersem eğer
Emrediyorum it beni boşluğa.”
Emre Miyasoğlu, Varlık Manifestosu
…
Sessizliğe ihtiyacımız var. Görüntü bombardımanını ittiğimiz; erdemle, gaypla, esrarlı âlemlerin kokusuyla neşelendiğimiz bir sessizlik.
Ruhumuzu dinlemeye, kalbimize kulak vermeye; ahenk, tenasübe, damla damla sancılı tefekküre, dinginliğe ihtiyacımız bulunuyor.
İçinde daraldığımız AVM’ler, üzerimize gelen, başımızı delen, gözümüze sokulan sarkıt dikitler, yatay yatak yürüyüş koşuş uçuş alanları sükûnet ve huzur vermiyor.
Boş zamanı doldurma eğlence vasıtaları, “ben” dediğimiz yapıdan biraz daha çalıyor.
Hayalin bile gidecek yeri olmadığı, ötelerin davet etmediği, bir sıkışmışlık cendere hissi.
Dar alanda paslaşmak değil; kendi çalıp, mırıltıdan çığlığa oynamak boşalmışlığı AZgınlığı. Tabii, müziğin sesi duyulabilirse.
Ruhsal bir alışverişin olmadığı, şekillere boğulduğumuz, suretlerin tahakküm ettiği, yeni görüş biliş alanlarının açılmadığı, tıkandığımız bir dünya.
Çokluk. Çokluk… Gürültüyü, karmaşayı, rakamları nasıl bastırabiliriz?
Sırf bakışa hapsolamayız.
Yırtmamız gereken ne çok perde var.
Yalnızlık, kopukluk, pek çok kesimde, inançlıları bile alt etmiş gözüken şiddet dili; insaniyet namına bir aidiyeti, içselleştirmeyi ve özü hissetmediğimizin bir göstergesi belki de. İç görü o denli zayıflamış ki, saldırganlığa başvuruyoruz.
“Bene vurulduğumuz” aynaların meftunuyuz hep.
Keskin görüşü, köşe(gen)leri silmek, aklın tadına varmak, yürekleri okşamak, arı duru akşamlara sabahlara dokunmak, varlığın gizli isimlerini öğrenmek, eşyayla hasbıhal etmek istiyorum.
Belki gökyüzünün kutladığı bir ölünün bayramını, yürüyen dağları, karıncanın ayak sesini, çiçeklerin fısıltılarını, kalplerin dönüşünü hissetmeliyim.
Ruhumu dinlendirmeliyim. Görüntülerin kıstırmadığı, kalbimi taşlaştırmadığı bir dünyada sahici sesleri işitmek istiyorum.
O yüzden gözlerimi kapatıyorum. Bir şarkı duyuyorum.
Yüreğimin beşiğine kuruluyorum.
Gönlüm açık, apaçık… Kanatlarımı yolamam.
Korkarım mesudum.
Bir şiir süzülüyor havada.
“Minik çocuk elin uzanmış ufka
Mutluluğu arama boşuna.
Islak açtın bu rüyaya gözlerini
Mutlak hüzündür, hasrettir var oluş
Kabul et, büyü!
Gözlerinden bak Hüzün Peygamberi’nin
“Kün” dedi Rabbin, insan olmaya gönderdi seni
Hatırla, güzel gözlü ve tasasızdır eşek
Sana emrediyorum, mutsuz ol!” Emre Miyasoğlu, Bir Yetim Türküsü