Yemek masasının üstündeki yapışkan bir lekeyi işaret etti eşim.
Hayret! Karşı taraftan hiç görünmüyordu. Onun yanına geldiğimde ise aşikârdı. Ve temizlemek için, epeyce sürtmek gerekiyordu.
Orayı silerken, dikkat etmemiş ve birkaç kez es geçmişim.
Yer değiştirmeyince pislik bile görülmüyordu demek ki.
Memleketin hâli aklıma geldi. Devasa bir masanın etrafına toplananlar belki sadece nimetten istifade etmeyi, bolca yemeği düşünüyordu.
Pasta büyüdükçe, iştah artıyor, biriken kirler de göz ardı edilip, alta süpürülüyor, masada kaybediliyordu.
Bir apartmanda yaşadığımız günler aklıma geldi. İlk taşındığımızda bina yeni yapılmıştı. Genişliğine, ısısına, aydınlığına, mevkiine bayılmıştım.
Sonra zemin kata taşınmak mecburiyetinde kaldık.
Zemin kat hor kullanılmıştı, akan trafik sanki olduğu gibi içerdeydi.
Küçüktü, ferah bir balkonu yoktu; ayak takımı manzarasından yorulmuştuk. Tüm bedeni ruhuyla insan görmeliydik herhalde… Hâsılı tepeden inince sevimsizdi.
Lâkin ayaklarımız yere basmıştı. Fazla yüksekten uçmamalıydık, bodrum kata da inebilirdik.
Kaderin cilvesi, 4. Kata, eski daireye tekrar taşınınca, daha önceki çekiciliğini göremedim. Hâlbuki aşağılarda ne kadar zahmet(!) çekmiştim.
Hamam böcekleri gözüme battı mesela, evvelce yok muydu? Balkonun gürültüsünü yeni anlamış gibiydim, oturmak zevk vermiyordu.
Tanıdığım apartman sakinleri, bir sebeple ayrılmışlardı. Onlarla (ve yaşananların belki de yanlış değerlendirilmesiyle, çünkü bu da izafi, görüşe bağlı bir olguydu) birlikte sanki bir neşe, muhabbet kaybolmuş, boşluk oluşmuştu.
Şartlar gereği, aynı apartmanda 5. Kata geçtiğimizde, konumumuz da değişmişti. Artık kiracıydık.
Biraz hüzün bulaşsa da, dışarı baktığımda gözümün önüne serilen çatı katları pek hoştu.
Oradan oraya hoplayıp zıplama hissi veriyor; çocuklukta okuduğum bazı romanların kokusunu getiriyordu; çatı katına atılan, eza cefa çeken Küçük Prenses mesela… Sara, bir Şark lisanıyla “Dönüşüm muhteşem olacak” diye bağırıyordu.
Mekân değişince, biraz yükseğe çıkınca, belki farklı bir görüşle manzara, eşyanın dili de değişiyor, öne çıkanlar başkalaşıyordu.
Aynı binada, lojmanda gezinip durmuştuk. Beşinci kattan sonra mahalleyi de değiştirdik, evimize taşındık.
Gözümüz arkada kalmadı. Koca bir market heyula gibi, apartmanın önüne dikilmişti. Yapılmasını heyecanla izlediğimiz, parkın yerinde yeller esiyordu.
Mekân, bizlerle kıymetleniyordu.
Zamanda ileri geri gidince, komşunun penceresinden bakınca, gözlükleri değiştirince, perdeleri çekince, güneşi ayırt edince.. ulvî bir nizamın işleyişini sezince, göz hastalıklarını yenince…
Sevince.. aşklı bir bakışla, bir gönle girince; karşılaşma ve buluşmalar, keşifler, taze bilgiler, kafa ve ruh tecrübeleri de artabiliyordu.
Sadece çirkinlikler değil, güzellikler de tefrik edilebiliyordu, çöp(lük)te takılı kalınmıyordu.
İyi bir gözlükle türlü okumalar yapılıyordu.
İnançlı erdemli olmak için, bir noktada sabitkadem olmalıydı. Fakat çemberin içinde kısılıp kalma, körlük, katılık da husule getirebiliyordu.
Yer, çevre değiştirme, karşılaş(tır)malar, bakış açısında başkalık meydana getirebilirdi.
Ayrıca göz, salt dışa değil, nihaî noktada kendi “içine” eğilmeliydi.
Derin bakış; pencereler, tüneller, geçitler açıyordu.
Kazılardan değerli madenler çıkıyordu.