Filmin sonunun nasıl olacağını anlayanların sinema salonunu terk edişi gibi, öyle zekice, ukalaca belki, fakat kesinlikle ama kesinlikle çok bilmiş ve ihtiyaçsız bir halde terk ediyor bakışlarım beni. Gözlerimden ayrılıyor. Göz perdesi kapanıyor; sahne… Hiçbir kimseye ihtiyacım, hiçbir şeyle işim kalmamış sanki artık. Üşümeye başlıyorum deli gibi. Soğuk bir nefes üzerime üflenmişçesine. Bitiyor, anlıyorum. Işıklar kapanıyor ve her şey kararıyor. Her yer. Ölmek mi bu?
Fakat film bitince tüm ışıklar aniden yanıyor. Çok garip. Demek bunun için mutlak bir karanlık gerekliymiş öncesinde. Hayatımda yaşamadığım kadar büyük bir şaşkınlıkla sarsılıyorum. Ne yani? Hayatımda değil de ölümümde mi yaşayacakmışım hayretin buncasını? Vay be! Olsun…
Salonu terk edenler, merak ve telaşla geri dönüyorlar sonra. Meğer film falan da yokmuş ortada hani, sinema salonunda değilmişim. Gerçekte var olmadığı ancak şimdi anlaşılan o filmin nasıl biteceğini anladıklarını sananlar, birer budalaymış aslında. Sürprizleri unutmuşlar. Metaforları bir yana koyun hem, çünkü hayatın ta kendisiymiş burası.
Görecek günüm varmış demek daha. Vadem dolmamış. Tüm bakışlarım gözlerime hücum ediyor sonra, fer gibi. Ateş basıyor. Canlılığın bilindik ısısı: tam 36.5 derece. O bildiğiniz ’21 gram’ da hala bedenimin içinde…
Mantıktan ve neden sonuç ilişkisinden uzak, hiçbir güven ve zaten hiçbir şey vaad etmeyen bu tekinsiz ve tuhaf diyara nasıl düştüm ya da nasıl çıktım, sahi burası yukarısı mı yoksa aşağısı mı falan derken, bir dokunuşla uyanıyorum. Rüyaymış demek! Sonunu getiremediğim rüyaların arasına girecek olan bir düşmüş hepsi. Bir dokunuş uyandırdı beni. Müşfik bir dokunuş.
Rüyadaki ışıkları yakan elin sahibine ait olduğunu anlıyorum bu dokunuşun. Bu anlayışa kendi aklımla da ulaşmıyorum gerçi. Alınan bir hediye gibi, hasıl olan bir idrak ediş gibi edilgen ve kasıtsızca bir şey işte. Sürprizler, demiştim ya… O dokunuşu anlatayım biraz şimdi.
Dokunmak ve dokunulmak, çift taraflı bir iştir, malum. Alışveriş ve işteş olan her eylem gibi. Tabi işin içine beden ve ten girince de konuyu şehvete ve bununla dirsek temasında olan her şeye bağlayabilirsiniz. Fakat şevkat ve şehveti birbirine karıştırmamak lazım. Nitekim beni uyandıran dokunuşun mayasında o vardı işte; şevkat ve merhamet. Başımı okşayan müşfik elin bir cinsiyeti de yoktu zaten. Şevkat, doğası gereği dişildir, anaçtır evet ama tüm bunlar bir erkeğin elinde de vücuda gelmiş olabilir, bir kadına karşı. Öyle değil mi? Beni uyandıran elin sahibi de bir erkekti zaten. Oysa işin içinde magazinleşebilecek denli cinsi ve nefsi bir şey yoktu işte. Süptil, latif ve anaç olan bu dokunuşun avucunda ve parmaklarının ucunda hayat bulduğu elin sahibi, rüyadaki ışıkları yakan gizli elin sahibiyle aynı kişiydi. Bildim. Işıkları yakan, içinde nefes aldığım yerin bir sinema salonu değil de hayatın ta kendisi olduğunu anlamamı sağlayan, sonra da asıl bunun bir rüya olduğunu bana gösteren ve o zaman gerçeğe döndüren, böyle yaparak da bir bilinçten başka bir bilince geçmemi sağlayan elin saçlarımı okşayışı… Göklerden uzatılmış bir hediye gibi, masalların sonunda dinleyicinin başına düşen kırmızı elma gibi, ya da, bir talih kuşu gibi başıma konduğundan beri, “fazla büyütmeyeyim…” diyorum, “…tüm bunları gözümde”. Hatta “bu yazıyı hiç yazmayayım” diyorum ama kalemim kırılmamış işte henüz; görecek günüm varmış.