Gölge yavaşça yatağından kalktı, bir avuç hap attı. Kimse uyandığını fark etmedi. Yanındaki derin nefeslerle uyuyan, ilaç kokusu sinmiş dermansız eşine baktı. Sıcak, sevecen nazarlarla yıkadı.
Geçmiş günlerden bazı kırıntılar hatırladı. Yitik güzelliklerden. Sanki bütün “bağlar” kopmuştu; telgraf telleri bile… Neler olduğunu anlayamadı. Yalnızca acılar faka bastı.
Maziden günden çile örüntüleri; boynu bükük, kırık, ince hastalıklı hayaletler; matruşkalı “ben dizileri” birbirine geçti.
Rüyasında çok güzel, yemek pişiren, iki çocuklu genç bir kadın görmüştü. Etrafa bağırıp çağırıyor, sözcükleri dövüyordu; bed(bin) bir rüzgâr, çevresinde ıslık çalıp dönüyordu. Mağrur taze; muhtemelen ağır hastalıklı, orta yaşlardaki, hiç bir hayat başarısı olmayan, namevcut ikinci bir kadına sövüp sayıyordu.
İki kadın da sanki tekti, yaraları birdi ve aynı anda eziliyordu.
Acuze olanı siniyor, -bir şeyden- kuvvet almak istiyor; düşüyor kalkıyor, doğrulmağa kalksa da yere yapışıp kalıyordu.
Tatlı yemesi gerekiyordu. Hem de misilsiz. Belki ağzı, belki dünya tatlanırdı.
Yoldan geçen “Nevbahar” isimli bir çocuktan “lolipop” istedi.
Kız zalimce gülüyor, kemirdiği şekerin sapını bile esirgiyordu hâlbuki.
Bu sefer, sap için ağlamaya başladı. Fakat çoktan kazıklaşmış, bıçak gibi yüreğine (sap)lanıp kalmıştı.
Gölge, asıl meseleyi bilemiyordu. Uzun zaman geçmişti. Büyümek de küçülmek de mânâsızlaşmış gibiydi. İmkânlar, “para destelerine” tabiiydi. Seviyelerse itibariydi.
Gönül indirdi. Yüksek bir aklın kaç santim olduğunu ise, hiç bilemedi.
Durmaksızın, belirsiz noktalara koşan telâşlı ayaklardan; mevhum bir ağacın yemişlerinden önüne ne gelirse “kısa gün kârı” deyip, toplamaktan bitap düşmüş uzun nekes kollardan; taşınmaz ağırlıklarla çökmüş yorgun omuzlardan, umarsızca “biraz daha kalp!” dile(n)di.
Kimi “Geçmez!” dedi kesinlikle; kimi “sakatatçıya git, az ilerde!” Kimi yeknesak sükûtuyla yol gösterdi: “Boş ver ilerle!”
Yürekler seküler bir tempoyla “Ohh!” diyordu. “Ye! Yee!”.
Ama ne biçim şeyse, yeniliyor içiliyor bir türlü bitmiyordu. Üstelik hep içte kalıyordu. O zaman “içerisi” afiyetle yeniyordu.
Gölge, karşıdaki odaya süzüldü. Uykusunda dişlerini gıcırdatan büyük kızının saçlarını okşadı.
Son zamanlarda çocuklara bir şey olacağı korkusunu yaşıyor; sık sık kontrol ediyordu. Çocuk huzursuzca kıpırdandı. Minik kızıysa sayıklıyordu. “Annee!”
Küçüğü kokladı. Bir hayal öne geçti. Bir bebeğin canhıraş ağlaması. Hayır! Süt vermek yasaktı. Bebeği kollarının arasından alındı, süt “Yetiştirme Yurduna” kadar taştı.
Çocuk gözkapaklarını huzursuzca oynattı. Herhalde rüya görüyordu. Belki de kâbus.
Elinden gelse, yavrularının rüyalarını bile düzenlemek isterdi.
Onu emzirmeliydi. Bir boşluk oldu. Sızlayan yerleri hangisiydi, karıştırdı. İç dış, ciğer kalb, gövde; koca, bebek, sevgi?
Dağıldı. Aniden dışarı fırladı.
Ayaklarının altından evler, insanlar, âlem akıyordu. Arkadaşlar, sessiz sözsüz kalabalıklar eriyip gidiyordu.
Gölge “yakın evlere” girip çıktı. Kimsecikler uyanmadı. İlişkilerinin tozunu sildi. Komşusunun rejim elmasından ısırdı, dolabındaki gülkurusu giysiyi denedi.
Fakat paslanmış, sisli aynalarla göz göze gelmemeye itina etti. Bir düşteki, nilüfer güzelliğindeki eski tanış bir kadının, aynalara yapışmış görüntüsünden çekindi; ya da aynaların o görüntüyü kirleteceğinden.
Tozpembe bir bulutun üstüne uzandı. Biri, pamuk helva uzattı. Yemeğe başladı. “Aldırma! Her zaman bir seçenek, yepyeni bir dünya vardır” diye fısıldadı Çoban Yıldızı.
Fakat “seçenekler de” kötü yatırımdan ötürü iflas etmişti. En berbat seçenekse, gölgenin “kendiydi”.
Giyinip kuşanıp, eski günlerdeki gibi sinemaya gitti. Film zamansızdı. İçerideki filmin mi, dışarıdakinin mi kötü olduğuna karar veremedi.
Seyirciler de oynuyordu. Herhalde kendisi de bir “roldü”. Değiştirmek istedi. Ne yardan ne serden geçebildi, beceremedi.
“Bu filmi sevmedim. Oynamıcam” diye şikâyet edip sızlandı. Ancak sözleşmesi henüz bitmemişti. Üstelik bilumum davalara bakılan yer, uzak zannedilen bir başka diyardaydı.
Gölge pazarı dolaştı. Her bir şeyde ucuzluk vardı, insaniyette bile. Bu derece tenzilattan ürktü.
Ne hikmetse, başsız başsız adamlar, karaborsada bir fiyatlıydı. Aklı almadı, usulca tüydü.
Şahsına bir göz attı; hiçbir ümit yoktu. Artık “satılabilmek” de meseleydi. “Değer biçen” bulunmaz gibiydi.
Köşelere sindi. Fakat köşe başları tutulmuştu. O zaman en başa dönmek gerekti.
Anne rahmine sığındı. Fakat orada da fuzuli bir yüktü. Sonlandırılamadı, atıldı.
Özgüveni yoktu. Öz hayatı.. Özgürlüğü. Yaşamın özü…
Şan(s)sız adının harfleri bile parça parçaydı; bir türlü ismini cismini toplayamıyordu. Neyse ki hiç “yoktan” bir GÖLGESİ vardı. Sevindi.
Gölge ölemedi de.
Yalnızca başka gölgelerin kara, iptidai boşluklarına karıştı. Girdiği yerden, evcimen munis bir ışık başını uzattı gene de…
Siyahî bir dünya üstüne kapandı.