Gidişi böyle parmak ucunda, bu kadar çıt çıkartmamaya çalışarak olsa da, bu kadar bariz ve görkemli olan başka bir şey daha olabilir miydi? Yazdan başka?
**
Yaz mevsimi, kapıyı pat diye öyle aniden ve gürültülü bir şekilde çarpıp gitmiyor hiç, dikkat ettiyseniz. Sanki rahatsız etmemek ister gibi, sanki bir uyuyan varmış da onu uyandırmamaya özen gösterirmiş gibi şevkatli, nazik ve anaç bir tavırla gidiyor hep. Gün be gün, merhale merhale, büyük ama sessiz adımlarla uzaklaşıyor. Bu da yılın hep bu vakitlerinde oluyor işte; eylül aylarının bir yerlerinde.
**
Nitekim uzaklaşan adımlarının alçak ama dip derinlerden gelen sesini duyuyorum yine. Büyük ama sessizce atılan adımlarının… Hüzünlü geliyor bana bu ses; hazin. Hüzün, hazin, hazan… Hazan mevsimi geliyor ya işte, birbirleriyle kardeş oldu sözcükler böyle. Serinleyen havada üşütmemek için birbirlerine sokulduklarından olsa gerek. Yaz… Seneye yine gelecek ama öyle değil mi? Ömür vefa ederse görürüz. Hoş, etmese de dünya yine dönecek tabi. Yaz, illa gelecek. Ben görsem ne, görmesem ne?
**
Zamanın büründüğü farklı kılıklara benzetirim mevsimleri. Üzeri meyve motifleriyle bezenmiş, güneş ışığı ve deniz köpüğüyle dokunmuş giysisini sırtından çıkartıp, bir an bile çıplak kalmadan güz giysisini giyiniveriyor hemen bugünlerde.
Bir de kahverengine, güz rengi denmeliydi belki de. Çünkü en az kahve kadar bu renge; hatta çok daha geniş bir ton aralığına sahip, bu yeni giysi. Yeşilin en solgun vaktinden, çürümeyle ortaya çıkan cansız bir sarıya; kahvenin en sütlüsünden en sertine kadar, işte böyle az renkle oluşan sayısız tonlamanın göze sunduğu ahenk, zenginlik ve estetik dolduruyor yeryüzünü şimdi. Fakat dedim ya, yaz mevsiminin o yavaş ve sessizce gidişine sağladığı mükemmel uyumun gereği, sonbaharın gelişi de aynı ahestelik ve sessizlikte. Ne var ki o kıpırdanışları, yer değiştirmeleri, parmak ucunda da olsa atılan devasa adımların sesini duyuyorum.
**
Birinin gelişini kutlamak ve birinin gidişi için yas tutmak arasında kalıyorum sonra. Hangisini yapmalı ki? Zamanın farklı suretleri ve kılıkları demiştik ya… Belki de bu kostüm değişikliklerinin yalnızca işin görünen, sahnelenen kısmı olduğuna yatmalı aklımız. Kostümün altındakinin, sahnenin ardındakinin, hep aynı kişi ya da şey olduğunu idrak etmeli; bu düşünceyi benimsemeli.
Yukarıda da çok yüzeysel bir şekilde bahsettiğim gibi -“ben görmesem de dünya döner”- varlığı bizim varlığımıza bağlı olmayacak kadar, hatta başka hiçbir canlıya bağımlı kalmayacak kadar güçlü, büyük, eyvallahsız bir hayat var orta yerde. İşte onun birbirinden farklı kostümlerinin, kılıklarının, suretlerinin ve kimliklerinin ismine diyoruz, mevsim diye. Sınıflamak, klasörlemek, özelliklerine göre ayırıp isimlendirmek gerekiyor ki daha anlaşılır olsun, öyle değil mi? E biz de öyle yapıyoruz zaten ve çok kabaca da olsa dört farklı isim takmışız zamana; 4 mevsimin adlarını. Ve dedim ya, kendinden bir sonrakine el verirken, bunu bu kadar belli etmeden yapmaya çalışsa da başlı başına bu eylemiyle bile yeryüzünü titretip sarsan başka bir şey daha var mıdır sanki? Yaz mevsiminden başka…
**
Eylül aylarının bir yerleri. Hani yaz’ın gitme vakitleri. İşte bu belirsiz ve kayıp diyarın tam merkezindeyiz şimdi, tam. Kostüm değiştiren zamanın oyunculuğuna, sahnenin en ön safından, çılgınca bir alkış kopartıyorum ben de!