GERİYE KALAN

Hüzeyme Yeşim Koçak

Türk Edebiyatı’nın güçlü kalemlerinden Rasim Özdenören’i de öteki âleme yolcu ettik… Onunla ilgili izli hatıralarımdan biri şöyleydi.

Edebî hayatımın ikinci dönemi olsa da, ilk ciddi adımlarımdı. O sıralar yeni tanıştığım öykücü,  romancı Ali Haydar Haksal’ın teklifiyle onun bazı eserleri hakkında bir yazı yazmıştım. Yazım, “Öykü Ustasından İki Aşk Kitabı” başlığıyla, Yedi İklim Dergisi’nin 156.cı sayısında Mart 2003’te yayınlandı. Teşekkür etmek için telefon numaramı isteyen zarif bir insandı. Coşkulu sevincimi unutamam.

Bir yazarın bütün görüşlerine katılmanız, paylaşmanız gerekmez. Kitaplarından çok istifade ettim. Allah rahmet eylesin, mekânı Cennet olsun.

Şimdi bu yazımdan bir bölüm sunuyorum:

Aşkın Diyalektiği ve Toz, Rasim Özdenören’in iki kitabı. İkisi de aşk dilini konuşuyor. Usta,  “...doğmayan, batmayan, ölümsüz güzelin…” peşinde olduğunu vurgularken; kâh yüreğindeki İbrahim’i, kâh bu dili çok iyi anlayıp, ifadelendirirken içindeki Süleyman’ı konuşturuyor; güzeli, aşkı, hakîkatı, insanı yeniden değerlendiriyor.

Bizi, “Aşkın ömrü üç günlüktür.” diyenlerin; aşkı anlık, kısacık bir deney olarak görenlerin dünyasından; aşkı ömürlerine yaymış, ‘tek hissî tecrübe’ olarak yaşayanların ya da bir hayat biçimi, yaşam felsefesi olarak algılayanların dünyasına çekiyor.

Dünyanın karmaşasından, hercümercinden kurtulmak, hayatın gerilimlerinden sıyrılmak, korunmak ve derûna dönmek için; iki dünya arası bir mihenk taşı, bir ölçü, denge noktası ve aynı zamanda bir binit olarak aşkı merkez alıyor.

Hayatın hissî boyutunun dışlandığı,  yüreğin  boşlandığı günümüzde; insanı maddenin tasallutundan sıyrılıp, kalbini  kurtarmaya  çağırıyor.

 Toz, hikâyelerden oluşuyor ve daha çok kadınları anlatıyor.  Özdenören kadın ruhunun röntgenini çekmiş âdeta.

  Yalnız ve hüzünlü kadınlar... “Mağarasının”, tünelinin içine kapanan, unutulan ve unutmaktan başka yol bulamayan, yanmış kadınlar; geçmişi puslu, geleceği müphem, kendi “dolambacının” içine dalıp giden, bastırılmış, bitik kadınlar; attığı “çığlık”  kalabalıklarda yitmiş, kaybolmuş, bulunamayan ama gene de aşka sığınan, aşka tutunan “öldükten sonra bile,” ağzındaki öpüşün tadının kalıp kalmayacağını merak eden”(sh. 38); “Kendini aşkın “Cehennemine”  atmış; her şeye rağmen aşkın gölgesinde yaşamayı seçmiş, onu içselleştirmiş, erkeğini aşkın “ateşinin üstünde çıplak ayakla yürümeye çağıran “; en güzel çiftin güzellik ve sevgi olduğunu ama zaten bunların birbirinde mündemiç bulunduğunu hissettiren, kadınla erkek gibi birbirini tamamladığını dile getiren (sh. 73); aşk yolculuğunun  bitimsiz, belki de menzilsiz  olduğunu imleyen; “...kendi  ölüsünün  içinde kendini arayan” (sh.97); ya da “..erkeğin kemiğinden yaratıldığını  unutarak..” (sh.93) “...yırtıcı kedi kimliğiyle, özgür kimliğini bulmaya çalışan...” ve bu kimliğiyle  “…yoksulluğun en yoksul olanını, insanın kendinde kendisinden bir şey bırakmayanı” yaşayan ve kendini bazen “Soytarı” olarak tanımlayabilen; içli, çileli, sert darbelerle sarsılmış kadınlar bunlar…

Bazı öykülerde keder dozu o kadar artıp, yükseliyor yüreğinizden vuruyor ki; kahramanların kıvranışları, labirentlerinin içinde kıstırılmışlıkları, dalga dalga sizi de kuşatıyor ve o kısa hikâyelerde okumaya ara verip, kendinize gelmeye çalışıyorsunuz.

Toz’da aşkın taşıyıcısı daha çok kadınlar görülüyor. Ama bir müddet sonra ne kadın ne erkek;  yalnızca aşkın sesini dinliyorsunuz, aşkın kalbinin vuruşlarını.

 Aşkın Diyalektiği’nde ise, erkekleri görüyoruz. Yazar burada, klişeleşmiş yargılara karşı koyuyor ve aşk kahramanı erkeklerin müdafaasını üzerine alıyor.

Yazar Henry de Montherlant’ın “...Kadın bir erkek için yaratılmış, erkekse hayat için ve bütün kadınlar için.”  veya “Kadınlar, saadet kapısını açan tek anahtar evlilik olduğu için evlenirler, erkeklerse sersemliklerinden evlenirler. Aşk, kadının uydurmasıdır.”  gibisinden küstahça tezlerine; kesin ve net cevaplar vererek; konuyu “Aşk istidadına” bağlıyor:

“Aşk, erkeğin de istidatlı bulunduğu bir duygusal yaşantı olmasaydı, bu duygusal yaşantı erkeğin fıtratında bulunmasaydı, bazı gelgeç heveslerle bir erkek kendini aşkla bağımlı duyumsasa bile,  bu duygunun köklü bir yaşantıyı içermesi ve erkeği  (ve elbette kadını da)  böylesine etkilemesi, sarsması ve bazen de onu helâk etmesi imkân dahilinde olur muydu?” (A. Diyalektiği, sf. 86-89)

Rasim Özdenören, aşkı ve âşıkı, teşrih masasına yatırıp, ince gözlemlerden, operasyonlardan geçiriyor. Âşığın zaaflarını, hastalıklarını, ikilemlerini, hâzık  bir hekim gibi teşhis edip.. Aşkın paradokslarını (Hem sevip, katlanamama hali gibi), aşkın özelliklerini,  kesitlerini, maşukun durumunu; bütün ağırlıklarını atmış,  bir âşık şuuruyla işliyor. Sizi yeni sentezlere, varışlara hazırlıyor. Aşkın pusulasını elinize tutuşturup, kılavuzluk ediyor.

 Aşk ve akıl çıkmazında; âşıkı, aklın ötesine geçirip; “…âşığın hem akıllı biri olduğunu, hem de aklıyla iplerini kopartmış biri olduğunu” söylüyor.

 “O, yalnızca aklının emrettiği hesaba göre değil, fakat aynı zamanda aklının esintilerine göre de hareket eder. Hatta belki aklının esintisine göre hareket etmesi daha başattır.” (A.D, sf. 157)

Hikâyelerdeki egemen aşk duygusu; gittikçe tırmanarak daha yüksek seviyedeki aşkların kokusunu duyuruyor. Yazara göre, belli düzeydeki mecazî aşklar da aslında “gül gölgelidir ve hakikisini çağrıştırır, çağırır.

“… O leke uzatılan bir gülün gölgesi olabilir./O gülün gölgesi kadının kulağına düşmüştür./ Ya da erkek kadının kulağından gül devşiriyor görünüşünde duruşunda./Parmaklarının ucunda tuttuğu güle bakıyor –gül burada gülün gölgesi anlamınadır.” (sf. 94)

İki kitap birlikte okunduğunda, bu paralellikle birlikte daha zengin, rengin tatlar sunuyor; adeta bir aşk çifti doğuyor (Dişi Toz, eril Aşkın Diyalektiği); kitap kitabı şerh ediyor. Bir tomurcuk gibi gittikçe açılıyor; katmanlar çoğalıyor, her bir basamakta yeni algılamalar, pencereler açılıyor ve usta göğe bir merdiven kuruyor. Sizi yeni bir aşkın coşkusuyla, cazibesiyle yükseltiyor.   

 “ …Ne İbn Arabi’nin yol göstericiliğine, ne Hazreti Mevlânâ’nın irşadına, ne İmam Rabbanî’nin kapısına göndermede bulunuyorum. Çünkü kalbin yolu, onu kalbinde tutan istemese de, onlara ulaşır, onlardan pay çıkartır ve onların payının ayırır.” derken bütün âşık kalplerin tek bir paydada birleştiğini, aşk zincirinin aslında tek bir halkaya, tek bir kalbe inkılâp ettiğini, Bir’e vasıl olduğunu işaretliyor.( A. D. sf. 33)

Sevgiliyi  “biricikleştirirken, “Mutlak Biricik” olan Tanrı’ya geçişin yollarını, duraklarını,  mevcut tuzakları gösteriyor.( Aşkın Diyalektiği, sf. 73. 74)

 Tarih boyunca âşıkları (Tahir ile Zühresinden, din adamı Şeyh-i San’a, Dostoyevski’nin kahramanlarına kadar) ve aşk olgusunu işlerken; orijinal tespitlerde bulunup,  derin çıkarsamalar yapıyor.

“Âşık olmanın, bir bakıma kendinden geçmek ve kendini bir başkasına aktarmak ve başkasında yaşamak olduğunu kabul edersek, insanın kendini aşma çabasının bu suretle gerçekleştirilebileceği hususu da anlaşılabilir olur.” diyor. (A. D. sh.79)

“Âşık çıkmış olduğu fetihte, her defasında teslim olarak ricat ediyor. O, içten içe, sevgiliye ulaşamayacağının, onun ulaşılabilirliğin daima bir karış ötesinde yer aldığının bilincinde bulunuyor. Onun fethi, böylece daima sonunda bir teslim oluşa dönüşüyor. Âşık, sevgiliyi dönüştürme yerine kendini dönüştürmüş olmayı sonuçlanan bir eylemle karşı karşıya bulunuyor.” (A. D. sf. 117) derken;

Aşk ilminin de, önce kendini bilmekten geçtiğini; aşk yolculuğuna “…çıkmayı denemek isteyenin, daha yolculuğunun başında, kendi ben’ini yanına almaması gerektiğini” sarahatle anlatıyor.

"Aşk bir aşkınlıktır.” diyor ve  “o aşkınlığın sürekli yenilendiği bir alana” bizi çağırıyor. (sf. 113, A. D.)

Tagore’nin “ Sen beni sonsuz kıldın, hoşlanıyorsun bundan. Durmadan boşaltıp taze yaşayışlarla dolduruyorsun bu ince tası./ Bu sazdan kavalı derelerden tepelerden geçirdin; yeni, bitmeyen ezgiler çıkardın ondan./ Ellerinin ölümsüz dokunuşunda sevinçle kaybediyor sınırlarını küçük kalbim, anlatılmaz bir anlatım yaratıyor./ Tükenmez armağanların yalnız bu  ufak ellerle  geliyor bana. Çağlar geçiyor, sen hâlâ akıtıyorsun, dolacak yer var hâlâ..” (sh. 198) mısralarını bize aktarırken; kendi cümleleriyle de baştan sona, tepeden tırnağa bizi Mutlak Sevgili’ye, sınırsız aşka, sonsuzluğa; sevginin doyumsuz açlığına, aşkın ezeli koşusuna bir Aşk tellâlı gibi davet ediyor.

Descartes’in “ düşünüyorum öyleyse varım” sözünü¸ Âşığa “Sen var olduğun için ben var bulunuyorum.”  şeklinde uyarlarken; bizi “aşk istidadımızı” ortaya çıkarmaya ve aşk hastası olmaya özendiriyor. Aşkı öyle güzel dillendiriyor, aşkın müziğini öyle güzel çalıyor ki; sizi peşine düşmeye ikna ediyor.

Böylece hastalarla, ustalar ve tüm sevdalar içice geçiyor, birbirinde eriyor, varlık sınırları siliniyor ve geriye sadece ve sadece zaten hep var olan ve yaşayacak olan tek şey kalıyor: AŞK.

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.