Dünya yaratıldığı günden bu yana canlılar açısından hep bir deveran oluşturmuş, bir zaman bebek olarak dünyaya gelenler daha sonra sırasıyla çocuk olmuş, genç, olgun, yaşlı insanlar haline gelmişlerdir. Bu insanlar hayatlarını ölümle noktalayınca da onların yerlerini arkadan gelenler almışlardır. Olaya biraz daha dikkatli bakıldığı zaman doğanlar büyümekte, büyükler yaşlanmakta ve yaşlılar da ölerek bu dünyamızdan ayrılmaktadırlar.
Peki, dünyada kalış süresi ne kadardır? Buna seneleri hesap ederek cevap verirseniz 60 yıl, 70 yıl veya 80 yıl diye cevap verebilirsiniz.
Genç bir adam için bu; “yaşanacak daha önümde uzunca bir sene vardır” zannetmektir. Hâlbuki belli yaşa gelmiş olanlara; “dünyada ne kadar kaldın” diye sorarsanız, “Dünya çok kısaydı” demektedirler. Dünyada en uzun yaşayan (900 yıl) Nuh aleyhisselam da bu soruya; “Bilmiyorum. Dünya çok kısaydı. Sanki bir ucundan girdim öbür ucundan çıktım” demiştir.
Bu kısa ömürde insana düşen görev; “yaşadığı ortamı zulümden, soygundan, her türlü huzursuzlardan kurtararak, orayı huzurlu, müreffeh ve yaşanabilir bir ortama dönüştürmeye çalışmaktır” Zira insan, elindekini kendisi gibi insanlarla paylaşmayı bilen varlık demektir. Menfaat ve çıkarı için didişen, kavga eden ve birbirlerini öldürenler değil. Bunlar olsa olsa ancak hayvan, belki de (Kur’n-ı Kerim’in tabiriyle; …bel hum adal) ondan daha aşağı olanlardır.
Fert ve toplumun mutlu ve müreffeh bir hayat sürebilmeleri ise nesillerimizi yani çocuklarımızı ve gençlerimizi haklara hürmetkâr, ahlaklı terbiyeli, ilimle mücehhez (donatılmış) ve çalışkan insanlar olarak yetiştirmemize bağlıdır.
RÜZGÂR EKEN FIRTINA BİÇER
Gazeteleri okuyor, televizyonları izliyorsunuz. Geçtiğimiz yıllarda yurdumuzun değişik üç yerinde arka arkaya annelerini hunharca katleden evlatların tüyler ürperten cinayetleriyle karşılaşıyorsunuz. Kendi öz annesini ve ailesini yok eden gençleri, kan davası uğruna işlenen cinayetleri, küçük çocuklara tecavüz haberlerini her gün üzüntüyle takip ediyoruz.
“Cennet anaların ayakları altındadır” diyen, “anne ve babasından ikisi veya biri yanında ihtiyarlamışsa onlara of bile demeyen” bir nesilden, “annesini, ailesini insafsızca öldüren, çevresine felaketler yağdıran” bir nesle dönüştüğümüzü acı acı görüyoruz.
Nereye gidiyoruz? Gençliğin eğitim ve öğretini elinde tutan yöneticiler, bizi nereye götürüyorsunuz? Yapılan yanlış icraatların sonucu, gittikçe artan katliamlar ile bir gün kendi evladınızın da bir gün sizi öldürebileceğinin farkında değil misiniz?
Peki, neden oluyor bu olaylar? Yıllardır çeşitli aşağılayıcı yaftalarla iteleyip kakaladığınız bu milletin değerlerine sahip evlatları yerine, “on senede on beş milyon genç yarattık her yaştan” diyerek yetiştirdiğiniz geçlerle bu çıkmaz sokağa girmiş bulunuyoruz.
Sorunun temelinde yatan hastalık, yıllardır yapılan“ahlaki ve manevi tahribatlardır” Bunu tespit edemezseniz, korkarız millet olarak daha çok çekeriz.
DEĞERLERİMİZDEN UZAKLAŞMAK
Yazının birinci bölümünde anlattığım olay, Fatih Sultan Mehmet devrinin sosyal ve hukuki yapısını araştıran iki papazın yerine bu gün tarafsız ve objektif hareket edecek iki araştırmacıya konuyu havale etsek acaba ülkemizin geleceği hakkında ne söylerlerdi? Bugün bizim yaşayışımızı, sosyal hayatımızı ve adalet terazimizi, yıkılan köhne Bizans’a mı benzetirlerdi yoksa Sultan Fatih’in devralarak ihya ettiği devre mi? Ne dersiniz?
Araştırmacılara bir kolaylık olmak açısından ülkemizin sayılı kuruluşlarından Yeşilay Derneği’nin hazırladığı bir rapora göre ülkemizde alkole başlama yaşı 11’e, uyuşturucuya başlama yaşı ise 12’ye kadar düşmüş bulunmaktadır.
1930 yılında kişi başına düşen alkol miktarı 1 litre iken, maalesef bugün tam 20 katı artarak, 20 litreye yükselmiştir. Daha da acısı Türkiye'de uyuşturucu kullanımında yüzde 300’lük bir artış olmuştur. Bu felaketler gittikçe daha da artmaktadır.
Tablo bu kadar vahimken yöneticilerimizin getirdiğiniz çözüm nedir? Sayısı 19 olan “Uyuşturucu Tedavi Merkezi”ni 28’e çıkarmak mıdır?
Açık ve net olarak söylüyoruz ki bizim görüşlerimizi dinlemez, görüşlerimize ve uyarılarına kulak vermezseniz, bu merkezlerden 28 değil, 128 tane de açsanız yine pek bir şey değişmeyecektir.
Biz bu ülkede tam 40 yıldır, “Önce Ahlak ve Maneviyat” diyoruz. “Bir ülkenin en büyük gücü; topu-tüfeği değil, imanlı ve inançlı gençliğidir” diye haykırıyoruz.
HAYRA MOTOR, ŞERRE FREN OLUN
Acaba bu vahim tablo karşısında, İmam Hatiplerin kapısına kilit vuranların, Kur’an öğrenimini sınırlayıp-yasaklayanların vicdanları hiç sızlıyor mu? Avrupalı olacağız diye kiliseler tamir edenlerin, mantar biter gibi apartman kiliseler açanların vicdanları sızlıyor mu?
İçkili yerlerin, okul ve camilere uzaklığını 200 metreden, 100 metreye indirenlerin içki kullanım yaşının 11’e düşmesinde acaba hiç mi payları yok mu dur?
Eşcinsel derneklerinin kurulmasına izin verenler, 2014 yılında İstanbul Şişli’de bunlardan ikisinin evliliğini ilan etmesinden hiç mi yüzleri kızarmamıştır?
Gençliğimiz, geleceğimiz avuçlarımızın arasından kayıp giderken, gençlerimize ahlak ve maneviyatını verememek, acaba bunların vicdanı sızlatmıyor mu?
İktidarına, muhalefetine, siyasetçisinden, bürokratına ve bütün halkımıza sesleniyorum. “Bu ülke hepimizindir. Allah aşkına bir kere de bize kulak verin” Bir kez olsun oturup neden 40 yıldır “önce ahlak ve maneviyat” diye feryat ettiğimizi düşünün.
Düşünün ve bu millete yazık etmeyin. Geleceğimizi yok etmeyin. Unutmayın, bu topraklar “har vurup harman savrulacak” miras değil, ecdadımızın canları pahasına bizlere bıraktığı kutsal bir emanettir.