Hızla değişiyoruz. Bedenimizle beraber, ruhumuz da eski safiyetini, halisiyetini, farkına varmaksızın belki haysiyetini kaybediyor.
Yeni süreçler sonucu, hayatı apayrı çizgilerde gelişen ferdin, kestirilemez tanıklıklar, görgüler, yaşantılar ve teşekkül eden ben’ler neticesinde, kimliği de bir ölçüde başkalaşıyor.
Hele ki değişmezlerimiz, yasalarımız yoksa ya da iyice laçkalaşmış, nüfuzunu yitirmişse, gönül eviniz hasta ve yaralanmışsa, değişim “eksilme” yönünde tezahür ediyor.
Bir fotoğrafı çekilseydi, gerçek kimliğimizin yahut ruhumuzun, zaman zaman nasıl yakalanırdık acaba? Yani hakiki görüntümüz ortaya serilseydi boylu boyunca…
Yeni(lenmiş) 21. yüzyıl görüntünüz her şeyi silip geçtiğinde; süratiniz, suratınızı, iç yüzünüzü ezdiğinde…
Merkezinizi kaybetmişsinizdir, mukavemetiniz ve değerlerinizi hem üzerinizde hem geleceğe taşıma gücünüz bulunmaz. Emaneti yüklenemezsiniz, ilminizi, mevkiinizi, sizi yapan özelliklerinizi. Kalbinizin hükmü geçmez. Bir müddet sonra da her şeyi sahiplenir, Gökyüzüne horozlanır durursunuz. İşte o yakalanmalarınız nicedir meselâ?
En sevmediğiniz kişi, belki doğruyu söylemiştir de kişiliğinizle ilgili, siz reddetmişsinizdir. “Fotoğraf okumaları” bazen, hakikatin ifadesidir. Nasıl okunur, görülürsünüz?
Bazen de olaylar, sizi ele vermiş, gerçeğin perdesi yırtılmıştır. Yahut size son bir fırsat verilmiştir, “mânâca güzel fotoğraflar” için…
O anda resminiz çekilse ne hâlde olurdunuz ve sonrasında. İkazlara, yapıcı tenkitlere kulak vermiş misinizdir? Aldırış etmez, iyi pozlar vermeye mi gayretlenirsiniz?
Veya fotoğrafçı çok güzeldir, güzelliğini objektifine de yansıtacaktır.
Pekiyi ya fotoğrafçı “objektif” olmazsa? Çirkin, yakışıksız uygunsuz fotoğraflar çekip, öte dünyaya postalayacaksa? Aslında “karşı tarafsa?”
Yolunuza boy boy fotoğraflarınız dizilse, geçmişiniz geleceğinizle… Ne görürdünüz. Hangisini sizi temsilen seçerdiniz? Tek bir kare dondurulsaydı ya da…
En beğendiğiniz resmi yüzünüze takıp, köprüyü geçmeyi dener miydiniz?
Veya dünyadaki bir maskeli balo(n)dan maskeli fotoğraflarınız kalsa... Altındaki gerçek yüzünüz hangisi olurdu? Siz hep kendinizi mi kandırmıştınız yoksa?
Başka bir soru… Fotoğraf karelerine, objektiflere sığmayan, taşan ruhlar?
Fotoğraflarımızı inceleyenler; aşkın fotoğraflara ve de zamanlara rastlayabilir miydi?
Kimliğimizi aksettiren bir fotoğraf; bir “sevgili nesne mi” olurdu; söz gelişi bir “araba”, bir Batıl(ı) kafa, gözleri yumulu bir yarasa yahut numarasını unuttuğumuz, “yarimiz” olan piyasadaki bir pırasa…
Ve bazı resimlere daha mı hoşgörülüyüz. “Tiz, bu türbanlı mutaassıp fotoğrafların kellesini uçurun, yoksa!”
Fotoğraflar ne zaman kıymetlenir, bir “alıcısı” olduğunda mı? Bir “alıcı” olduğuna göre. Bir “satıcı” da var mı?
Ölüm hem alıcı hem satıcı mı? Korkarım fotoğraflar bir konuşsa…
Yaşarken varlığımızın fotoğraflarını pek göremeyiz. İyi görüntülenmek için çabamız az olur. Uyarıcılar, kılavuzlar, peygamberler bunun için gelmiştir oysa. Hem “gösterenimiz”, hem mihenk taşımız.
Tabiatımız nefsimiz sahte resimler, sanal oyunlar gösterir bize. Gerçek fotoğrafımızı seçip bilip, tedbirlerimizi alamayız, sadece rötuşlar yaparız belki, üzerinde oynarız.
Ya da “İlâhî El’in” bu şahsî fotoğrafları hepten yırtıp, hiçe sayacağını, sorumluluğumuzun kalmayacağını, kesinkes affını düşünürüz.
Eski fotoğrafları beğenmeyiz, çağdaşlarını ediniriz. “Estetik ameliyat” geçirmiş hüviyetimizle “modern fotoğraflar” çektiririz.
Fotoğrafımı çekmeyin, botokslanayım sonra…
En sondaki fotoğrafımızı düşünürüm hep. Hepimizin vermek zorunda olduğu belge. Belki bir fotoğraf bütünlemesi, yekûn hattı, hâsıla… Doğum ve ölümü. İkisi arasındaki asıl kazanımı.
Ruhun fotoğrafı, “Ben’i”; bedenin değil. Esas görünecek olan. Şapkayı çıkarınca.. Kelimiz.. Kendimiz…
Ben(dimiz) olan bend(imiz)… Denizlerde BEN(DENİZ) olacakken… Kulluğun resmi. Son fotoğraf. Sona kalan “şahsî dünyamızın” resmi?
Ya bizi öldüren dünyanın fotoğrafı?
“Fotoğrafımı çekmeyin” diyorum. “İyi resim vermiyorum bu oyunda.”
“Hâlbuki biz sizin filminizi yapmıştık. Doğumdan ölüme, başrolde. Yakında size özel sinemalarda…”