Efendim geçmiş bayramınız mübârek olsun. Yine her zaman ki gibi selam duâsıyla başlamak isteriz; ‘Aşk olsun. Aşkınız cemâl olsun. Cemâliniz nûr olsun. Nûrunuz ayn olsun.’
‘Benim sırrım benim feryâdımdan uzak değildir. Fakat sırrımı anlayacak göz ve kulakta o nur yok.’ (7.Beyit)
‘Benim sırrım ve hakikatim insanlığın esenlik çâresidir. Bu sır ve hakikat, hallerimden ve feryatlarımdan uzak değildir. Sözümün hakikatini anlayan mutlu olur, umduğuna ve beklediğine erişir. Ama bâzı insanların göz ve kulaklarında aşkın nûru, zekânın nûru olmayınca zarûri olarak hakikati anlamaktan uzak kalırlar. Bununla berâber zekânın nûruna, aşkın nurlarına nâil olmayanlar bile dosdoğru yolda gidiyorlarsa, âdil iseler, doğruluğa mâlik iseler, Rabbânî merhamete nâil olurlar. Saadetine gül bahçeli sarayına, cennete vâsıl olurlar.’ (Abidin Paşa, Mesnevî Şerhi, Sadeleştiren Mehmet Said KARAÇORLU, İst, 2007, s.20)
Sultânül Ârifîn Hz. Mevlâna, benden sâdır olanlar, aslında Hakk’ın kelâmıdır. “Ben insana kendi ruhumdan üfledim” ilâhî nefes, Cenâbı Rabbül Âlemîn’in nefesi yâni sesidir. Ney âdeta demektedir ki, Ben beni Yaratan gücü ve kudreti sonsuz olandan geleni, neyden üflenen Rabb’in sesiyken, O ne dilerse, ben onu üflerim, O ne çaldırırsa ben onu çalar, O’nu söylerim. Benden O ne derse, O sâdır olur başkası değil. Ama tabi bunu herkes anlayamaz.
Her işinde, her bakışında, her davranışında Allah Teâlâ’nın gözetiminde olduğu bilinci, insanların aklından, fikrinden hiç çıkmamalı. O’ndan gelene her dâim râzı ve teslim olmalıdır. Kâinatta hiçbir varlık yoktur ki, O’nu tesbih etmesin. O’nu tefekkür ederek tesbih edebileceğimiz gibi dil ile de tesbih ederiz. Böylesi insanların halleri zâten kendini söyler. Zira küpün içinde ne varsa, dışına o sızar, derler. Aynen öyle, zihin Hakk ile meşgulse, o yüreğe sirâyet eder. Yürekteki de, simâya yansır. Şâir’in dediği gibi; ‘Öyle yüzler vardır ki, sana lahza lahza Allah Teâlâ’yı hatırlatır.’ Bilelim ki, iyilik iyiliği, hayır hayrı çeker. Kötülük de aynen böyledir.
Mevlâna Hz.inin feryâdını ve onun sırrını anlayabilmek için insanın, tefekkür boyutunun olması gereklidir. Sırlar dünyâsının anahtarı aslında insanın kendi elindedir. ‘Nefsini bilen, kendini bilir’ sözü ile insanın içindeki ‘ben’e, dikkat çekilir. İnsan içindeki beni tanımak ve çözmek için ruh dünyâsına bakması icap eder. Yâni kişinin rûhî boyutuna uygun yapılacak derinlemesine bir tefekkür, insana mânevî yönden çok şey kazandırır. Ancak böylesi bir derin düşünce için insanın emek sarf etmesi lâzımdır. Hiçbir şey, öylesi yaptım oldu, diyerek olmaz. Ayrıca insanın itikâdî bilgisi de, sağlam olmalıdır. Böylesi bir tefekkür, insanın imânını artırır, kişiyi Hakk’a yaklaştırır, cennete ve cemâullâh’a eriştirir.
Tefekkürsüz kişiler Cenâbı Hakk’ın sırlarını bilemezler, göremezler. Meselâ, gecenin ardından gündüzün gelmesi, aslında Rabbi Teâlâ’nın bir sırrıdır. Ama bunun her gün her gün tekrar etmesi, bu olağan üstü şeyi sıradanlaştırır. İnsanoğlu alıştığı için oradaki sırrı anlamaz. Hakk’ın sırrına en yakın olanlar, önce peygamberler sonra, kâmil velîlerdir. Ney’in sırrı, hakkaniyet ve mâhiyetini çözme noktasındadır. Yakîn nefestir. Nefes de velîler ve mürşidlerdir. Nefes ‘ney’e en yakın yâni sırra, en yakın olandır. Ney’in sırrına en yakın, neyi üfleyendir
Herkes kendinde olan özelliği başkasında arar. Meselâ; Hz. Ebû Bekir (r.a) Peygamberimiz aleyhisselâm’a bakarak; ‘Yâ Rasûllallah ne kadar güzelsiniz!’ derken Ebû Cehil ise bunun tam tersini söylüyordu. Kişiler kendilerindeki nûra göre karşıdaki nûru görürler. Nûru göremeyenlere madden ve mânen kızamayız. Bu nasip meselesidir. Herkes nûru göremez. Kulakları olup da duymayana, gözleri olup da görmeyene, ne yapılabilir? Günahlar insanın kalbini karartması neticesinde, maddede insanın gözlerindeki nûru köreltiyor.
Bir hadisi kutsi var; ‘Kulum bana farz ibadetlerle yaklaşır ve ben nafile ibâdetlerle onu severim. Bir kere onu sevdim mi artık onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. Eğer benden bir şey isterse onu veririm, bana sığınırsa onu himâye ederim.’ Demek ki her dâim Hakk ile berâber olanlar, etrâfındaki hâdiseleri Hakça değerlendirirler. Büyük müfessir Fahruddînî Razî, tefsiri Divânı Kebir’de; ‘Allah Teâlâ’nın cemal nûru, kul için kulak olursa, o kul yakını işittiği gibi uzağı da işitir. Bu nur ona göz olunca, yakını gördüğü gibi uzağı da görür.
Şu güzel misalle bitirelim. Behlül Dana, bir gün Harun Reşid’e sorar; Toprağın altında en çok ne var? O da; Ölüler var, der. Behlül ise; Hayır, toprağın altında feryatlar var, der ve şöyle devam eder; İnananlar, niye daha çok çalışmadık, niye daha çok ibâdet etmedik, diye feryat ediyorlar. İmanlı öldüğü halde günahkar olanlar da, niye günah işledik, diye inliyorlar. Kâfirler ise, neden küfre sebep olan işler yaptık, niçin Âlemlerin Rabbi’ne inanmadık, diye herkesin feryâdını ve iniltisini bastıracak şekilde feryat ediyorlar, dedi. İşte böylesi feryatlar da var. Rabb’im bizleri iki dünyâda da böylesi feryatlardan beri kılsın. Kalp gözümüzü açsın, gözlerimizi, kulaklarımızı ve tüm azâlarımızı nurlandırsın. Hakk’ın boyasıyla boyanmamız temennisiyle…
Hayırlı Cumâlar.