“Padişahlar elinde terazi tutmuş kimselere benzerler. Asıl padişah odur ki, elindeki teraziyi doğru tuta.” Sultan II. Murad
Sultan Murad’ın oğlu II. Mehmet’e verdiği öğütlerin yer aldığı kitap, çoğumuzun bildiği bir eser değil. Şahsen benim de kitaplığımın arasından, başka biri hatırıma düşmüşken tesadüfen gözüme ilişti.
Eseri yayına hazırlayan Abdullah Uçman, önsözde Nasihatü Sultan Murad için;
“ Murad II. Devrinde, padişahın sarayına girmiş, ona kulluğunu arzetmiş ve ondan iltifat görmüş Venedik elçisi “Andrea Coscolo” diye biri tarafından kaleme alınmış, daha sonra Kanuni Süleyman devrinde, yine eski elçinin torunu olan “Marino de Cavalli” adlı Venedik elçisi tarafından 1559 yılında Tercüman Murad Bey’e tercüme ettirilerek devrin padişahı Kanuni Sultan Süleyman’a sunulmuştur” demektedir. (Sultan Murad Han, Fatih Sultan Mehmede Nasihatler, Tercüman 1001 Temel Eser, s. 13-14)
Dedesi memlekete dönüp, eceliyle vefat ettikten sonra tek varis olduğu için, tüm eşyaları Torun Marino de Cavalli’nin eline geçmiştir. Cavalli konuyla alâkalı şunları söylemektedir:
“…Bu eşyalar arasında, Batı dilleriyle yazılmış birkaç tane de kitap bulunuyordu. İyice bakınca bunlardan birinin, yüce ve mutlu padişah Sultan Murad’ın, oğlu Şehzade Mehmed’le (Fatih Sultan Mehmet) aralarında geçen bir konuşma; babanın oğula ihtiyarlığı övüp, uzun ömrün çeşitli sırlarını, sakıncalı hallerini son derece güzel ve ilginç sözlerle nasihat şeklinde anlatan bir kitap olduğunu anladım.
Benim şahsen, gerek metod, gerek usûl ve gerekse muhteva bakımından çok değerli bulduğum böyle bir eserin işe yaramaz, daha doğrusu bilinmez bir durumda kalmasına ne gönlüm, ne de aklım razı olmadı.”
Anlaşılan Osmanlı İmparatorluğu “hasta adam” değil, gücünün zirvesinde gözükürken, hakkında hoş kelamlar da edilmektedir. Biz torunlara aslında çok iş düşmektedir, halimizse malûm olduğu üzere pek iç açıcı değildir.
Marino de Cavalli’ye kulak verelim:
“Şurada adını anacağım gerçek, bir bakıma dünyanın bildiği bir şeydir: Osmanoğulları’nın önceden beri gelip gelmiş bulunan ecdadının tümü, sadece kılıç, güç-kuvvet, yiğitlik ve adaletle şöhret yapmış kimseler değillerdir. Onlar aynı zamanda, ilim, irfan, edep, terbiye, sanat ve düşünce yükleriyle de süslü bulunuyorlardı.” (s. 86)
Şimdi eserden tadımlık bazı pasajlar sunalım:
Genç şehzade, babasının ilerlemiş yaşına rağmen akranları gibi olmadığının (eskisi gibi yiğitlik ve kahramanlığını sürdürmesinin, akıl ve sezgisini yerli yerinde kullanmasının, keder değil de aksine neşesinin sebeplerini sormaktadır. Fatih’in soruları onun feraseti ve üstünlüğünü de ortaya koymakta ve Sultan babasını memnun etmektedir:
“Ey benim sevgili oğlum!” diye söze başlamaktadır:
“*Bence, ilk olarak şunu bilmek gerekir:
İnsanoğlunun her birinde, başkalarıyla çeşitli münasebetler kurmaya yarayan normal bir akıl bulunmalıdır. İşte bu akıl, bütün saadet ve mutluluğun tükenmez kaynağıdır.
*Kişioğlu, kendi düşünce ve fikirlerinin sonuçlarını, yine kendi hayatıyla ilgili birtakım sosyal konulara uygular, onlarla ilgilenir; bu arada iyi-kötü Allah’tan gelen bütün karşılıklara boyun eğip, razı olur ve ‘Allah’tan gelene karşı gelinmez’ tesellisiyle hayatını sürdürmeye devam ederse, kalbine huzursuzluk ve ıstırap diye bir şey gelmez. Böylece, bu kimselerin gönülleri gam ve kederden uzak kalacağı için şikâyet etmelerine hiçbir sebep yoktur. Bu arada hayatları normal seyirlerini takip eder.” (s. 90)
Sultan Murad, mevzuu çerçevesinde bazı kimseleri de eleştirmekte; aldat(ıl)ma konusuna değinmektedir. Ki günümüzde büyük iddia sahiplerinden, tüm nevîlerinden aldanmayı mühim bir alışkanlık ve bağımlılık vaziyetine getiren kimseler olduğu gibi; baştan ayağa her kesimden kandır(ıl)malar da mevcuttur. Dolayısıyla bu hayati gerçek, ehemmiyet kazanmakta ve türlü yorumlara açılmaktadır.
Sultan Murad’ a göre; bahsi geçen kimseler,” normal akıl sahibi değillerdir” ve hiçbir vakit(ne çocukluk, ne gençlik, ne olgunluk ve ne de ihtiyarlık çağında” herhangi bir şeyden ne olumlu ne olumsuz yönde etkilenmemişlerdir. Hayatlarında sadece, keder ve acının bir gevşeme ve bir tembellik bıraktığı sanılır.” Onlara göre Hayat çabuk geçmiş ve tez yaşlanmışlardır:
“Bunların kendilerini aldatan şeylerin, devir-zaman-felek ve ihtiyarlık olmadığından haberleri bile yoktur (…) Hele şu devirde, kişioğlunun kendi kendini aldatması gibi büyük bir aldanış olamaz.. ve bu aldanış, başkalarının aldatmasına hiç benzemez.. Çünkü başkalarının aldatması çok seyrek olur, bu da, üzerinde biraz düşünülünce anlaşılır ve giderilmesi için çareler aranır.. Fakat kişi kendi kendini kandırdığında, bunu gidermeyi beceremediği gibi, çare teminini de başvuramaz. Bulunduğu yer, zaten kendi düşüncelerinin son sınırıdır, ötesine geçmesine imkân ve ihtimal yoktur.” (s. 91)
“(…) Kendi kendilerini aldatan kişiler, bana öyle geliyor ki şöyle düşünürler:
Gençlik, bunların hayatlarında hareketsiz olarak durmaktadır. Geçip gitmekte olan şey, sadece, zamanın kayboluşudur. Âdeta biten, tükenen hayat-ömür değil de zamandır; gecedir, gündüzdür ay, mevsim, yıl, yüzyıldır. Tabiî, onların geçip gitmeleriyle birlikte zamanın da yok olup kaybolduğunun, nedense farkına varmazlar.
*Öyleyse, bu söylenegelen şeylere aldanmaktan uzak durup, her ayrı durumun içyüzünü düşünmek, kendi hakikî gerçeğine yaklaşmak gerekir. Çünkü her varlığın bir sınırı, bir dairesi ve önceden tespit edilmiş belirli bir hududu vardır. Hiçbir varlığın bu sınırı aşmaya gücü yeterli değildir(…)
*Hayata doymak mümkün değildir. “Hayata doyum olmaz”, az veya çok olması, onun kıymetini azaltmaz, unutulmasına sebep olmaz, bilâkis değerini arttırır.
*Durum böyle olunca, aklı başında herhangi bir kişinin yapacağı şey şudur:
Her cins varlığın-olayın aslını ve teferruatını kolaylıkla ayırt edip, bunlara doğru ve aslına uygun şekilde bakabilmelidir(…) ben yine her durumun birbirinden çok farklı şartlarına da gereği gibi uymaya çalışırım.(s. 93)
Padişahın bir uygulaması, liyakate nasıl önem verdiğiyse dikkat çekicidir:
*Benim çoğu zamanlar, mütevazı ve iyiliksever kimselere yardımım dokunur. Bu yüzden halkımdan birçoğunu, içinde bulundukları şartlar gereği, değersiz yerlerden çıkarıp, yüksek mevkilere getirmişimdir. Hâlâ akıl, hareket ve tavırlarına göre, birçoğuna, kendilerine uygun ve yakışan rütbeler dağıtmaktayım. Bunların arasında, meselâ Karamanoğullarıyla Alâüddevle Oğulları hesabına casusluk yapmış, sonradan işbirliğine girip onlarda kapılananlar bile vardır.(…) Fakat, yine benim yardımlarımla yükselenlerin bir kısmı, bu yükselmelerinin karşılığını çok pahalı ödemişlerdir. Geldikleri makam onların başlarına çok belalar açmıştır. Çünkü rütbeleri küçükken yapageldikleri yaramazlıklar pek göze çarpmazdı, makamları yükselince ne yapıp ne yapmadıkları ortaya çıktı ve bu vesileyle gereklerine bakmada gecikme olmadı.”(s. 105-106)
II. Murad, sarayın bahçesine ağaç dikmekten zevk almakta ve Sevgili Oğluna duygularını şöyle anlatmaktadır:
“Bu meyve yüklü ağaçları seyretmek bile bana ayrı bir zevk verir(…)
*İşte ben bu bahçedeki kendi elimle diktiğim, şimdi de seyredip hoşlandığım ağaçları kendi özoğullarım gibi sever ve sayarım. Diğer ağaçları da halkıma benzetirim.
*Bu güzel kokulu ve tatlı yemişlere gençlerin bakamadıkları değişik bir gözle bakarım. İşte böylece, yüce Allah’ın sanatkâr, yaratıcı sıfatını görür, bundan da ayrı bir zevk almış olurum(…)
*Bizim aldığımız lezzetler, tamamıyla ruhu ilgilendirir. Her şeyden önce ruhu doyururlar..
Bizler, hakikatin, doğru ve gerçek içyüzünü görmek için bakarız.. Bunun da, birçok zaman çeşitli faydalarını görmüş ve görmekteyizdir…” ( s. 128, 129)
Tarihten sayfalar bazen ne kadar yararlı oluyor. Keşke diziler kadar onlara da bakabilsek…