Hani belki mazi yüzlü bir sevdiğinize benzettiğiniz; belki neye, kime, nasıl, niçin olduğunu kestiremediğiniz, ama mutlak bir yakınlık, ruh selâmlaşması, ezel esintisi hissettiğiniz…
Kürsüdeki, güleç yüzlü, babacan zat konuşurken bunları duydum. Ve ilk Muhsin İlyas Subaşı adını ne zaman işittiğimi, gördüğümü düşündüm. Çocukken eve giren Hareket, Hisar gibi mecmualarda rastlamış olmalıyım. Unutmadığım isimlerdendi. Daha sonra Berceste gibi dergilerde beraber yazmak ve bazı kitaplarını okumak fırsatım, şansım oldu. Fakat rûberû (yüz yüze) gelmek farklıydı.
7 Mayıs 2011 günü, TYB Konya Şubesi’nde; Şair, bilge yazar Sayın Muhsin İlyas Subaşı klâsik, kuru bir anlatımla, şablonla değil, gönül diliyle bize Hz. Mevlânâ’yı, çevresindekileri, yörüngesindekileri anlattı. Bir takım örnekleri verirken; uzaklık, yakınlık kavramlarıyla, kalbimizin ne idüğüyle, kara delikleriyle ve acı gerçeklerle yüzleştirdi. Sıcak sohbeti etkileyici ve derindi.
Veciz konuşmasında çok önemli bir noktanın altını çizdi. İslâm’ı derinden yaşayan, gerçek Mevlânâ muhibbi bulunanlarla, bir “gösterinin”, enaniyetin içinde olarak öne çıkanların arasındaki ayrımı; bizlerle gerçek sevdalıların arasındaki uçurumu…
Ortak noktaları Hz. Mevlâna olan bu asır Rabialarından, ibretlik iman hikâyelerinden de söz etti Muhsin Hoca. Hepimizin bildiği Havva Hanım, Kadriye ismini verdiği yazar ve romanını yazdığı, Kayseri’de yaşayan, bir temizlik şirketinde çalışan, sağlık yönünden zarar görmesine rağmen, gördüğü bir rüya üzerine yine tuvalet temizliğine devam eden, yani bir mânâda severek “sakalıyla tuvaleti süpüren” Alman asıllı entelektüel Rabia’nın öyküsünü. Akıl almaz işleri, modern zamanların reddiye yazdığı kişileri, inancı için direnenleri, devleşenleri. Yabancıların İslâm’ı, Hz. Mevlânâ’yı idrak ve içselleştiriş biçimlerini.
Konuşmasında yer verdiği Yaman/Yanan Dede kadar, bunlar da ilginç hikâyelerdi ve üzerinde düşünmek gerekliydi. Herhalde bir özeleştiri elzemdi. Batıda sadece emperyalist ve oryantalistlerin ki gibi bir Mevlâna’yı algılama ve yansıtma şekli yoktu.
Öte yandan bizim sevme(!) şeklimize, Müslümanlık anlayışımıza da değindi. “Hangi Mevlevîlik, Hangi Mevlânâ?” sorusunu karşımıza getirdi. Bazı mefhumların içini boşaltmamız, semayı rakslaştırmamız, inancı metalaştırmamız, kapitalist anlayışa, yenidünya düzenine parçalatmamız… Muhsin Beyefendi, bu tespitleri ölçülü ifadelerle önümüze serdi.
Günde nice güzellikler peş peşe geldi.
Yazarlar Birliği’nde Sevgili Prof. Dr. Emine Yeniterzi’yle karşılaşmamız hoş bir tevafuktu. Bana çok anlamlı bir hediye verdi. İlmi kadar, maneviyat sahasında da temayüz etmiş, Halvetiyye mürşitlerinden Prof. Dr. Ahmet Özemre’nin, Kubbealtı Neşriyâtından çıkmış “Gel de Çık İşin İçinden” isimli, bazı hatıralarını topladığı kıymetli eserini. Eh, büyüklerle oturursanız, gölgesinden de istifade eder, böyle meyveleri toplarsınız.
Program bittiğinde biraz sarhoş gibiydik. Emine Hanımefendi, bahçedeki leylak ağacının altından geçmekte ısrar etti. Kurtları kuşları selâmlamalıydık. Lâkin aşk râyihasının baskınlığından olacak, ağaç bize kokusunu pek duyuramadı. Ortamda diriltici nefesler, gayp şarkıları vardı.
Ben Sayın Muhsin İlyas Subaşı’ya olduğu kadar; programı hazırlayan Av. Serdar Çelebi(Ceylan’a) da hem özlü açılış konuşması için, hem de genç yaşta böylesi isabetli ve güzel faaliyetlere imza attığı için teşekkür etmeliyiz diyorum. Gençler gururumuz…
Program sonu oluşan ruhanî havanın da tesiriyle, yolumun üzerindeki büyük Ekberî Şeyhi Sadreddin Konevî Hazretlerini ziyaret etmeye karar verdim.
Cuma akşamları, yatsıdan sonra MEBKAM’ın düzenlediği “Sadreddin Konevî Okumalarını” kaçırmamaya çalışıyordum. Ancak bu sefer yoksun kalmıştım. Hazreti özlediğimi gönülden duydum. Türbede; Urfa’dan gelen, iki otobüs dolusu genç kızla kuşkusuz aynı zevki, aynı manevî birliği paylaştık.
13. yüzyıldan kalma bir gündü sanırım.
Kürsüdeki, güleç yüzlü, babacan zat konuşurken bunları duydum. Ve ilk Muhsin İlyas Subaşı adını ne zaman işittiğimi, gördüğümü düşündüm. Çocukken eve giren Hareket, Hisar gibi mecmualarda rastlamış olmalıyım. Unutmadığım isimlerdendi. Daha sonra Berceste gibi dergilerde beraber yazmak ve bazı kitaplarını okumak fırsatım, şansım oldu. Fakat rûberû (yüz yüze) gelmek farklıydı.
7 Mayıs 2011 günü, TYB Konya Şubesi’nde; Şair, bilge yazar Sayın Muhsin İlyas Subaşı klâsik, kuru bir anlatımla, şablonla değil, gönül diliyle bize Hz. Mevlânâ’yı, çevresindekileri, yörüngesindekileri anlattı. Bir takım örnekleri verirken; uzaklık, yakınlık kavramlarıyla, kalbimizin ne idüğüyle, kara delikleriyle ve acı gerçeklerle yüzleştirdi. Sıcak sohbeti etkileyici ve derindi.
Veciz konuşmasında çok önemli bir noktanın altını çizdi. İslâm’ı derinden yaşayan, gerçek Mevlânâ muhibbi bulunanlarla, bir “gösterinin”, enaniyetin içinde olarak öne çıkanların arasındaki ayrımı; bizlerle gerçek sevdalıların arasındaki uçurumu…
Ortak noktaları Hz. Mevlâna olan bu asır Rabialarından, ibretlik iman hikâyelerinden de söz etti Muhsin Hoca. Hepimizin bildiği Havva Hanım, Kadriye ismini verdiği yazar ve romanını yazdığı, Kayseri’de yaşayan, bir temizlik şirketinde çalışan, sağlık yönünden zarar görmesine rağmen, gördüğü bir rüya üzerine yine tuvalet temizliğine devam eden, yani bir mânâda severek “sakalıyla tuvaleti süpüren” Alman asıllı entelektüel Rabia’nın öyküsünü. Akıl almaz işleri, modern zamanların reddiye yazdığı kişileri, inancı için direnenleri, devleşenleri. Yabancıların İslâm’ı, Hz. Mevlânâ’yı idrak ve içselleştiriş biçimlerini.
Konuşmasında yer verdiği Yaman/Yanan Dede kadar, bunlar da ilginç hikâyelerdi ve üzerinde düşünmek gerekliydi. Herhalde bir özeleştiri elzemdi. Batıda sadece emperyalist ve oryantalistlerin ki gibi bir Mevlâna’yı algılama ve yansıtma şekli yoktu.
Öte yandan bizim sevme(!) şeklimize, Müslümanlık anlayışımıza da değindi. “Hangi Mevlevîlik, Hangi Mevlânâ?” sorusunu karşımıza getirdi. Bazı mefhumların içini boşaltmamız, semayı rakslaştırmamız, inancı metalaştırmamız, kapitalist anlayışa, yenidünya düzenine parçalatmamız… Muhsin Beyefendi, bu tespitleri ölçülü ifadelerle önümüze serdi.
Günde nice güzellikler peş peşe geldi.
Yazarlar Birliği’nde Sevgili Prof. Dr. Emine Yeniterzi’yle karşılaşmamız hoş bir tevafuktu. Bana çok anlamlı bir hediye verdi. İlmi kadar, maneviyat sahasında da temayüz etmiş, Halvetiyye mürşitlerinden Prof. Dr. Ahmet Özemre’nin, Kubbealtı Neşriyâtından çıkmış “Gel de Çık İşin İçinden” isimli, bazı hatıralarını topladığı kıymetli eserini. Eh, büyüklerle oturursanız, gölgesinden de istifade eder, böyle meyveleri toplarsınız.
Program bittiğinde biraz sarhoş gibiydik. Emine Hanımefendi, bahçedeki leylak ağacının altından geçmekte ısrar etti. Kurtları kuşları selâmlamalıydık. Lâkin aşk râyihasının baskınlığından olacak, ağaç bize kokusunu pek duyuramadı. Ortamda diriltici nefesler, gayp şarkıları vardı.
Ben Sayın Muhsin İlyas Subaşı’ya olduğu kadar; programı hazırlayan Av. Serdar Çelebi(Ceylan’a) da hem özlü açılış konuşması için, hem de genç yaşta böylesi isabetli ve güzel faaliyetlere imza attığı için teşekkür etmeliyiz diyorum. Gençler gururumuz…
Program sonu oluşan ruhanî havanın da tesiriyle, yolumun üzerindeki büyük Ekberî Şeyhi Sadreddin Konevî Hazretlerini ziyaret etmeye karar verdim.
Cuma akşamları, yatsıdan sonra MEBKAM’ın düzenlediği “Sadreddin Konevî Okumalarını” kaçırmamaya çalışıyordum. Ancak bu sefer yoksun kalmıştım. Hazreti özlediğimi gönülden duydum. Türbede; Urfa’dan gelen, iki otobüs dolusu genç kızla kuşkusuz aynı zevki, aynı manevî birliği paylaştık.
13. yüzyıldan kalma bir gündü sanırım.