İnsanoğlu varoluşuna büyük anlamlar yükleyen, o hayatiyeti de muttasıl sürdürmek isteyen bir canlı.
Herhalde o yüzden her kesimden insan hep bir eser meydana getirme peşinde, farkında olmaksızın belki de.
Söz gelişi, gerçeği yansıtmasa bile kişiliğimize, eylemlerimize olduğundan fazla kıymet veriyoruz.
Aslında tümüyle geçici olan (iri, küçük) başarılarla övünme, işimizle, her çeşit aşkımızla(!), çocuklarımızla, sosyal medya paylaşımlarıyla, günlük alelade münasebetlerde bile böbürlenme dolu konuşmalarda daima kapladığımız alanı(!) büyütme içindeyiz. Çünkü her şey bizim “eserimiz”.
Başkalarının “muvaffakiyet” diye tanımladığı şeyleri, hadiseleri, bizim dışımızdaki ışıltılı(!) sahne gösterilerini dahi ya şahsımızla bir açıdan da olsa “yücelterek” ilişkilendirme yahut tersine tamamen dışlama küçültme temayülündeyiz.
Yani açık görüş de sorunlu. Kıskançlıklar, türlü hesaplar, manevralar, farklı bir hissiyat devreye giriyor. “Üstünlüğümüzü” kimse bozamaz.
Olmayan terfilerimiz daima zıplıyor, yenilgilerimiz soslanıyor, en basit uğraşlarımız parlatılıyor.
Ben’e sevgimiz müthiş. Derece derece “Ben” âdeta bütün yaşamıyla yükseldikçe yükseliyor.
Eski bir gazeteci yazar, döneminin adı geçen bir askeri için mesela, “en küçük eşyasının dahi müzelik olduğuna inanırdı” diyor.
“O kadar da değil, yok canım” desek de, “Ennn büyük eser” olarak, ölçü kendimize verdiğimiz mübalağalı bir payla çoğunlukla kaçabiliyor.
Genelde yaratacağımız(!) devasa eser boyuna hayallerde, bir başka bahara, vuslatta kalsa da, hızımız kesilmiyor.
Beklentilerimiz karşılanmadığında bazen hüsranlarımız, güçlü hayal kırıklıkları devreye giriyor.
Aşırı üzüntü, hassasiyet, mağduriyet psikolojisi de, zatımıza ait bu hüsnükuruntudan(!) kaynaklanıyor; “mümkün mü biz nasıl hata yaparız; anlaşılmaz, takdir görmeyiz, bize nasıl bu reva görülür, kıymetimiz niçin bilinmez vs.”
Hâlbuki peygamberler, büyük kahramanlar, bilginler, örnek şahsiyetler envaiçeşit sıkıntılara maruz kaldılar, devasa ıstıraplar tadıp, mücadele ederek yaşadılar.
Önderler, rol modellerimiz, inanç, ülküler konusunda da samimi değiliz.
Kibir postaları, enaniyet pastalarına açlık, doyumsuzluk, hırs peşimizi bırakmıyor.
Ama muhteşem izler bırakmak istiyoruz geriye. Eser gö(ste)rmek eğilimi kuvvetli.
Bu yüzden yanlış dahi olsa, her eylemimizi müdafaa, hatta pek çok durumdan haklılık çıkarma, menfaat duygusu öne geçiyor.
İcabında hırçınlaşıyor, ne uğruna olduğunu tam bilemeden gölgelerle hayaletlerle dövüşüyor, hatta hiç istişareye danışma ve muhasebeye ihtiyaç duymuyoruz.
Dolayısıyla yanılgılar çoğalıyor; hareket noktası sürekli Ben’de dondukça, kalbî duruş eziliyor; bir bakıma cehalet artıyor.
Yaptığımız mamureler, belki de yıkılası diktiğimiz kuleler, fiillerimizin görüntüsü “örümcek evi” mesabesinde.
Beşer, kulluk değil “Sultanlık” derdinde.
Oysa eserler, en ufak bir esintiyle devriliyor, yokluğa kalp oluyor.
Zemin ayağımızın altından kayıyor, merkezimiz bulunmuyor.
…
Mühim mesele.. yaratılış olarak verilse de, kısıtlı ömür süremizce o potansiyeli, aklı gücü, yeteneği ortaya çıkartıp yeterince kullanılabilecek miyiz?
Cenabı Hakk’ın bir eseri olarak, O’nun emirleri doğrultusunda hayatı sevgiyle donatmak, tamamlamaya çalışmak, zamanı manalandırmak ve değerlendirmek ayrı bir marifet.
Ben’in hapsinden kurtulup çıkışlar yapmalı, bazen durup konaklamalı, yolumuz engellerden geçmeli, ilerlemeli; yer aldığımız hayata saygı duymalı, gözümüz ve gönlümüzü açmalıyız herhalde.
Sağlam kalpler, beyinler, sağlıklı eserleri meydana getiriyor.
Tezyinatlı gönüller her ânını ilmek ilmek işliyor, dokuyor.
Nefesler iyilikle güzellikle doluyor.