Bizim herhalde en temel meselelerimizden biri de, söylemle eylemlerimizin birbirini tutmaması, tatbikat meselesi. Hatta bir açıdan bakıldığında müminin yegâne derdi.
Bilginin, akîdenin ete kemiğe büründürülmesi, tutarlılık, denge önemli bir sorun.
Çünkü artık öyle oluyor ki, inanç da, din de; şahsî menfaatlere, siyasî çıkarlara, sırf bu dünyaya bağlı ve maddî âlemle geçerli, müntesiplerince büyük zikzakları, gelgitleri bulunan, güvenirliği kaybedilebilecek bir saha.
Dünya saldırılarıyla, içsel yozlaşmalarla, esasen inancı etkisizleştirdiğimiz, İlâhî Davet’i güçsüzleştirip işlevsizleştirdiğimiz bir oyunbazlık.
Ama muktedirseniz, güçlüyseniz bütün kusurlar, hatalar affedildiği mazur görüldüğü gibi; lehinize yazılıyor, size yakıştırılıyor ve daha ileri noktalara uzanması için muazzam bir dalga meydana getiriliyor.
Tarih zaman, kurallar, gelenek hepsi çarpıtılıp, esnetiliyor.
Hikâye tekrar yazılıyor. Şakşakçılar, dalkavuklar, popüler tacirler, envai çeşit bezirgânlar, yapay aydınlar korosu; bu balonsu, yalan dünyanın çığırtkanları ve piyonları.
…
Malûm çoğumuz dindarız; lüks ihtişamlı yapılara, mekânlara falan hapsolmayız sığmayız, avuç açmayız.
Ötelere hasret, göklerin sesine kulak verir, üzerimizde kıl kadar dünyalık taşımaz, daima halka ve Hakka hizmet(!) peşinde ömür tüketir, yiğitçe(!) koşarız.
Oysa bize nice yol gösteren, rehberlerimiz vardır ama eller hep aç(ık)tır, dilencidir; bir türlü verilenle, size vergiliyle doymaz, kanmaz.
Görmez, bilmez, işitmez. Muhteris, şehvetli bir kalbin tercümanı aracı olarak, yalnızca ister.
Her ne pahasına olursa olsun; toplamak, biriktirmek, yığmak başlıca emelidir.
“Yıldızlar, yeryüzüne düşmüş ve en soylu simgelerimiz soluklaşmıştır.(…) Gökyüzü bizim için, bir zamanlar varolan şeylerin güzel bir anısı, boş ve evrensel bir alan haline gelmiştir.” (Jung’dan nakleden Daryush Shayegan, Yaralı Bilinç)
Meselenin püf noktası buradadır. İnsanların mânâdan, semadan beklentisi, ümidi azalmış veya kalmamıştır.
Bütün değer, abı hayat, aslî yaşamak, asıl mekân, kazanç görünür âlemdedir.
Geçip giderken ne derece zevk alabilir, Ben’i maddiyatla ne ölçüde inşâ edebilir güçlendirebilirsek, başarılı ve mutlu olacağızdır.
Dolayısıyla kutsallarımız da yapaydır. İnançlarımız bukalemunca boyalıdır. Eller samimiyetle, halis niyetle bir türlü gökyüzüne açılamamakta; İlahî Kudret’i hissetmemekte ve manevî güzellikler hayata geçirilememektedir.
Açgöz avuçlarımız bizi eğilmeye, heveslerimiz peşinde sürüklenmeye, şahsiyetsizliğe ve ruh ataletine zorlamaktadır.
…
Hikmetli bir hikâye, aslında bize son sözü söylemektedir. Shems Frıedlander anlatıyor:
“Büyük İskender ölürken yanına tabiplerini çağırtmış. Genç yaşında dünyayı fethetmiş olan bu adam tabiplerine yalvarmış:
“Herhangi biriniz annemi tekrar görecek kadar hayatımı uzatabilirse krallığımın, yani dünyanın yarısını ona veririm!”
Tabipler bir kenara çekilip müzakereye başlamışlar.
Bir müddet sonra da gelerek demişler ki:
“Efendim, bize bütün mülkünüzü bile verseniz hiç bir kimse sizi mukadder olandan bir nefes fazla yaşayamaz.”
Bu hükmü duyan İskender, kendisini kaderine terk etmiş.
Ertesi gün cenaze merasiminde, tabutunun kapağının açık bırakılmasını ve boş ellerinin de sanki dua eder gibi yukarıya bakar şekilde ve tabutun iki yanından avuçlarını gösterir halde sarkıtılması talimatını vermiş ki, herkes bilinen dünyanın bütünüyle fethini yaşamış o koca İskender’in şimdi elleri bomboş gittiğini görsün.”